M. Night Shyamalan’ın yazıp yönettiği Unbreakable/2000, Split/2016 ve Glass/2019 adlı sinema filmlerinden oluşan seri öyle ilgimi çekti ki, bütünü bir arada görüp özetlemek ve psikolojik analizlerini yazmak istedim. Kişisel/kolektif bilinçdışındaki bir takım inançların, arzuların, ihtiyaçların, yönelimlerin ve potansiyellerin orijinal bir bakış açısı ve yorumla senaryo edilmesi bana, insan ve toplum psikodinamiklerini sinema sanatı üzerinden zevkle okuma ve değerlendirme imkanı verdi.
Bu seriden yaptığım bazı çıkarımları paylaşmak istedim:
İnsanın hayatta anlam arayıp bulma çabası ve gerekliliği büyük. Jung’a göre “insan, anlamsız bir hayata asla dayanamaz.” İnanç ve anlam, ruhu/kişiliği besler ve güçlendirir.
Fizyolojik veya psikolojik problemleriyle baş etmek için izlediği yol/yöntemler, kişinin korkuları, kaygıları, istekleri, inançları, ihtiyaçları kadar farklı ve sayısız.
Yaşanmış hiçbir şey varlığını yitirmez. Çocukluk çağı travmaları, derin izler bırakır ve yetişkinliğe yansır.
Anne-baba (kökler) ve yakın ilişki kurulan çevre, kişinin hayatı yorumlamasında, ideallerinde ve tercihlerinde önemli rol oynar.
Bir imgeden, bir düşten, bir ses veya sözden etkilenen insanın psikolojik yapısındaki mevcut kaynak ve enerjinin ortaya çıkması için, bilinçdışı mekanizmayı tetikleyici bir uyaran ve elverişli zemin yeterli.
Yaşanan zorlukların, çekilen acıların, olumsuz deneyimlerin potansiyeli ortaya çıkaran, dayanıklılığı artıran, becerileri geliştiren olumlu tarafları var.
Geçmiş hikayeler, masallar, mitler, kahramanlar, anılar veya rüyalar, anlamlarını hiçbir zaman kaybetmezler, tıpkı madenler/hazineler gibi değerlenirler.
Bilinçdışı semboller, gerçek dünyada karşılık bulduğu yerde birer varlık ve anlama dönüşüverirler.
“İnsanlar etkileşerek değişirler.” Nitekim son filmde, “Kendine inanmak bulaşıcıdır. Birbirimize süper kahraman olma izni veriyoruz” diye geçer. Sosyal bir varlık olan insan, bireysel özelliklerini/yeteneklerini keşfetmek ve geliştirmek için başkalarına ihtiyaç duyar. Bu sırada zaaflarını ve sınırlarını tanır.
“Gerçek sevginin, fiziksel yakınlığın gücü, mucizevi bir şey gibidir” ifadesi, tüm senaryonun özeti ve ana fikri sayılabilir. Sevmek ve sevildiğini hissetmek, insanı yeniden yapılandırır ve iyileştirir.
Bu filmlerin teması bana, Nietzsche’nin “Anarşi çağına giriyoruz: fakat bu çağ aynı zamanda en akıllı ve en özgür bireyliklerin çağıdır. Düşüncenin görülmedik gürbüzlüğü gittikçe artmaktadır. O zamana dek töre ve ilk ahlakın önlediği, dehanın çağıdır bu” sözlerini hatırlattı. Karanlıkta kalan potansiyellerin ışığa çıkma tutkusu taşıdığı gölgelerin çağı gibi adeta… Yalnız dikkat etmek gerekir; gölgeden canavar da çıkabilir, sanatkar ve deha da.
Kişisel ve ortak bilincin bireyleşmeye, bütünleşmeye, güçlenmeye duyduduğu ihtiyaç ve arayış, bu metafor üzerinden yansıtılmış olmalı filmlere de. Konu edilen çizgi romanlardaki süper kahramanlar ise düşlenen ve özümsenen arketiplere birer örnek.
Kendini gerçekleştirmenin yolu, tüm bu ihtiyaçlarla yüzleşmekten ve öz’e ilişkin her şeyi bilinçlendirip, karanlığını bilmekten geçer. Karanlığın bilincine varmak, yolu aydınlatırken, yolculuğu da kolaylaştırır.
Jung, “günümüzde bizi tehdit eden tehlikenin doğadan gelmediğini, insan ve ruhundan kaynaklandığını apaçık görüyoruz. Tehlike, insanın ruhundan kopmuş olmasında” der.
Birey ve toplumlar, geçmişleriyle bağlantılıdır. Kendi soyları ve insanlık tarihiyle ilişkileri, genetik ve kültürel aktarımla nesiller boyu devam eder. Varlıkta bulup ortaya çıkardıkları anlam ve gücü de bu bağ ile kazanırlar.
Bu açıdan gerçeğe ulaşmak, onu yerinde aramakla elde edilir. Hikayeler iyi bilinmediğinde, çatışmaları, kompleksleri veya açmazları anlamlandırmak ve çözümlemek zorlaşır. Muhtemelen Dr. Ellie, süper kahramanlar ve Elijah hakkında bütünüyle bilgi sahibi değildi. Bu yüzden onun kararlılığını ve planlarını öngörüp önlem alamadı.
Kişiliğin bilinmeyen yanı “gölge” zorlayıcı, sarsıcı ve yaralayıcı dönemlerde belirir ve (temelde) bireyi korumak/yaşatmak için egemenlik kurmak (bir manada ışığı ele geçirmek) ister.
Canavar doğurma potansiyeli olan “gölge”, canlılığın, ilhamın, keşfin, yaratıcılığın, olağanüstü başarıların, içgüdülerin ve doğallığın da kaynağıdır.
Grandiyöz sanrılı narsistik veya antisosyal kişiliklerin ve onları her şekilde kabullenip destekleyenlerin çoğalması halinde, dünya genelinde kaosun/anarşinin artabileceğinden söz edilebilir. Bu kişilerin orijinalliklerini, özgüvenlerini, acılarını/yaralarını, yeteneklerini, haklılıklarını kanıtlamak ya da tartmak uğruna yarışacağı/yarıştırılacağı, bu arada birbirlerine ve diğerlerine zarar verecekleri söylenebilir. Bu durum zayıf ve mağdur olanın güçlü-değerli yahut saf-temiz kabul edileceği bir anlayışı da geliştirebilir.
Grup terapileri; bahsi geçen büyüklük/önemlilik hezeyanlarının temelinde yatan suçluluk, değersizlik, yetersizlik, aşağılık ya da tam güçlülük komplekslerinde, kişilerarası ilişki ve otorite sorunlarında, içgörünün, özfarkındalığın artmasında, paylaşım ihtiyacını gidermede, sosyal empati/uyum becerisi kazanmada fayda verir, günlük yaşamdan ve toplumdan soyutlanmış, akıl-niyet okuyucu, şüpheci, bağımlı, takıntılı kişilere iyi gelir.
Farklı ve orijinal olanın, ezber bozanın, dahilerin, üstün potansiyelli/yetenekli ve güçlü bireylerin varlığından rahatsızlık duyan, onları anlamayan, kabullenmeyen, tehlike gören, toplumda var olmalarına engel olmak ve ortadan kaldırmak isteyen kişi veya gruplar da olacaktır. Bu kimselerin ortak özelliği; sadece aklına, gördüğüne ve algıladığına inanmaları, “mitolojinin, sanatın, inançların, rüyaların, geçmiş yaşantı ve kahramanların, hikayelerin, masalların” gerçekliğini ve günümüze etkilerini görmezden gelmeleri denebilir.
Filmlerde sıradışı ve marjinal hayat sürdürür şekilde işlenen DKB’li kişilerin gösterdiği semptomlara ve kişilik örüntülerine sahip insanlara, günlük yaşamda da rastlarız ve bu kişiler (potansiyel) suçlu, katil, sapık ya da tehlike olarak görülmezler/görülmemeliler. Toplumsal düzeni bozan, elbette psikiyatrik hastalar değil; kendi ruhundan kopmuş, gerçeğini bilmez ve kabullenmez “kötüler” olabilir.