Çağan Irmak’ın ‘Bizi Unutma’ filmini izlerken zihnim hemen bir Halil Cibran şiirine götürdü beni. Bu şiir ise bir Sezen Aksu şarkısına çıkardı yolumu. Çünkü bu üç sanat eseri aynı konuya değiniyordu farklı şekillerde. İnsanı var eden en temel bağlara dokunuyordu; aile bağlarına. Aile bağları sadece ilk bağlanma biçimlerimizi değil bir ömür boyu tüm dış dünya ile kurduğumuz bağları şekillendiriyor. Birçok ebeveyn çocuklarının başarılı ve mutlu olmaları için içgüdüsel bir azim duyarlar. Ancak bazı yetkin ve güçlü ebeveynlerde gördüğümüz, çocuğunu dizinin dibinden ayıramayan, özgürleşmesini, birey olmasını engelleyen tutumlar, çocuk için iyi bir şey mi yapıyor? Yoksa farkında olmadan çocuğu bir tutsak haline getiren bu içgüdüsel azim, gizli bir bencillik mi içeriyor? Oysa çoğu çocuk, kuşlar gibi yuvadan uçabilmek için yuvadan uçurulmaya ihtiyaç duyar. Ama bazı ebeveynler sevgi adı verdikleri görünmez ipler ile ördükleri (b)ağlar sayesinde yuvadan uçuramaz çocuklarını. Çağan Irmak, filminde bir ebeveyn olarak gerçek fedakarlığın ne olduğunu usta bir sinema diliyle anlatıyor.
Bahsettiğim Halil Cibran şiiri ise şöyle:
Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
Kendi yolunu izleyen Hayat’ın oğulları ve kızları onlar.
Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
Çünkü ruhlar yarındadır,
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur.
Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde saygıyla eğilin
Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.
Filmde deniz kenarındaki bankta sohbet eden baba ve oğlu görürüz. Büyük şehre gitme planını açar. Baba işte tam o noktada gergin yayı tutma ya da oku fırlatmaya karar vermelidir. Ancak anne yıllar önce ölmüş ve babanın dünyada oğlundan başka kimsesi veya hayatına anlam katacak bir şeyi yoktur. Ona ihtiyacı o kadar fazladır ki yıllarca, o gittikten sonra bile hayaliyle yaşar oğlunun. Bir de papağanı vardır yaşlı adamın can yoldaşı. Baba, kendi sevdiği kadınla evlenememiştir aileleri onaylamadığı için. Yani baba da kendisi yayda kalmış oktur. Çocuklarını dizlerinin dibinden ayıramayan, onlardan ayrılamayan ebeveynler her ne kadar bunu çok sevgilerinden yapsalar da gizli bir bencilliğin olduğu gözden kaçmamalıdır. Kendileri için, çocuğu yayın gergin ipinde yaşamaya mahkum ederler. Genelde çocuklar ebeveynlerinin yardımı olmadan ileri doğru yol alamazlar. Çocuklarının çıkış kapılarını kapatarak onları kendi anlam topraklarına mahkum eden ebeveynler, çocuklarının kendi kontrollerinden çıkmasına izin vermedikleri zaman onlara kötülük etmiş olurlar. Kendini çocuklarına feda etmiş ebeveynler sanırım en tehlikeli ebeveynlerdir. Çünkü çocuk da onlar için kendi özgürlüğünü feda etmek zorundadır.
Filmde ayrıca sosyal katmanlara da gönderme vardır. Malum sosyal adaletin yeterince inşa edilemediği toplumlarda kendiliğinden sosyal sınıf katmanları oluşur. Ok yaydan çıkarken aynı zamanda bu sosyal katmanları da geçer. Belki bizim gibi toplumlarda oluşan birçok sosyal grubun oluş dinamiklerini de bu gözle okumak mümkündür. Hem yayın hem de okun asıl hedefi böyle katmanları aşmak olduğu için kendine bu yolda araçlar bulmalıdır. İşte sosyal katmanlar arasında seyahat yaptıran sosyal gruplar bu anlamda bir sosyal burak işlevi görür.
Bir de, yayın itmesiyle uzak menzillere ulaşmış ok’un (çocuğun) vardığı menzilde acaba mutlu olup olmadığı da bir sorudur film için. Ailesinden, kasabasından ayrı kalarak başarıya doğru sürekli yol alan bu çocukların metropollerin yarışmacı dünyasında verdikleri yorucu mücadele ve hatta kendine yabancılaşma. İnsana olan güvenlerini yitirme. Kendi eş ve çocuklarının hali. Kasabadan gelen ebeveyn ve evin hizmetçisi, şiveli konuşmalarıyla biraz komik, biraz az eğitimli ama organik meyveler gibi sağlıklı ve doğal insan tipi olarak karşımıza çıkıyor. Ama evdeki bazı bireyler kendisini çok görgülü sanıyor ve bu doğal insanı küçümsüyor. Öyle ya etiketi olmayan insana değer veremeyen, etiketsiz kıyafet giyemeyen, markaların -imajların sahte ışıltıları ardında kendine değer arayan narsist insan; saf ve doğal insanı değersiz sanması normal değil mi?
İşte tıpkı ailede olduğu gibi toplumlarda da nesiller okutulmak için okçu tarafından yay ile gerilir. Ok’u, okuma (eğitim) yönüne doğru fırlatır. Ok uçup katmanları geçer ve beklenen hedefe ulaşır. Ok seyahatinde kendine sosyal binekler bulur. Sosyal bineklerin bu yolda kendine yardımına ihtiyacı vardır. İşte sosyal değişimleri yapmak isteyenlerin, okun menzilini ve yönünü değiştirmek isteyenlerin sahneye çıktığı yer tam burasıdır: “okun yaydan çıktığı nokta”. Gençlik; heyecanı, umudu ve aşkı taşıyan bir Eros okuna benzetilebilir. 70’li yıllardaki öğrenci hareketlerinden ve günümüzdeki eğitim üzerinden kontrol çabalarının sebebi budur.
Bizi hep ileriye doğru iten, yayı da bunun için geren, gideceğimiz yönü seçen okçunun önünde saygı ile eğilmekten başka ne yapabiliriz?
Sezen Aksu ‘Hala haber bekliyorum senden’ şarkısında yukarıda bahsettiğim şiire gönderme yapar:
“Okçunun önünde saygıyla eğil” diyerek.
Şükür çocuklarımız büyüdü
Elleri ekmek tutar oldu
Bu yalnızlık aldı yürüdü
Gitgide sen oldu büyürken
İyi şeyler de olmadı değil
Aynı deryaya doğru bu seyir
Okçu’nun önünde saygıyla eğil
Bir selam yolla gittiğin yerden
Bu şarkılar şifa duaları
Bu şarkılar yıkar duvarları
Bu şarkılar dostluk sal’aları