Psikiyatrik tedavide üç tür yaklaşım tanımlanmıştır. Hastalık odaklı, hasta odaklı ve kişi odaklı yaklaşım. Birinci yaklaşımda tanı kriterleri, hastalık semptomları ve biyoloji ve psikoloji oldukça önemlidir. İkinci yaklaşımda öncekilere ek olarak hastalığa etki edecek biyopsikososyal etkenlere de odaklanılır. Üçüncü yaklaşımda merkeze bir kişi olarak ‘insanı’ koyduğunuzda ilk iki yaklaşımdakilere ek olarak insanın kişiliğini oluşturan varoluşsal, felsefik ve anlamsal (manevi) ve kültürel tüm varlığı önem kazanır. Hekim ve veya tedavi edici ile kurduğu terapotik ilişki, toplum, doğa ve diğer canlılar ile ilişkisi, hayatın anlamı, evrensel insani kaygılar, moral değerler, din ve sanat ile ilişkisi gibi bir çok etken de iyileşme sürecinin bir parçası haline gelir.
Psikiyatrik yaklaşımda insanın bu çok boyutlu ihtiyacını dikkate aldığımızda tanı kriterleri ve mevcut tedavi şekillerine ek olarak bir insanın ‘iyileşme’ denilen sübjektif amaca ulaştırmak için sanatın bir araç olarak kullanılması zorunlu hale gelmektedir. İyileşme kavramının ağrıların dinmesi, hastalık belirtilerinin hafiflemesinden öte, çok boyutlu olduğu gerçeğini hesaba katarak eski halden daha iyi bir duruma ulaşmak olarak anlayabiliriz.
Bizim çabamız; ‘İnsanların zaten kendini bir şekilde iyileştirmek için sanata başvurmakta olduğu’ önermesinden yola çıkarak bunun psikiyatrik iyileşmeye katkısının bilimsel yöntemlerle nasıl anlaşılabileceğine yönelik bir arayış çabası.
Ayrıca sanat ve bilimin temel mantık farkları olsa da bu iki alanın buluşması aklın ve ilhamın, düşünce ile yaratıcılığın, esin ve mantığın buluşması gibi psikiyatri ve sanatın buluşması da iyileşme için yeni kapılar açtığı bir gerçektir.
Kişisel Yolculuğum Sanat ve Psikiyatri Kavşağındaki Durağı
1999 da Erciyes Üniversitesi Tıp fakültesinden mezun olarak başladığım hekimlik hayatımın 20. Yılını doldurdum. Bir süre pratisyen hekimlikten sonra öğrencilik yıllarımdan hayalim olan Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları hastanesinde psikiyatri ihtisasıma başladım. Üniversite birinci sınıfta tıp tarihi ve deontoloji dersinde hocamız bizi Gevher Nesibe Şifahanesine götürdüğünde benim hangi tıp branşını seçmem gerektiğini anlamıştım. Dünyanın ilk tıp fakültelerinden birinde muhteşem bir Selçuklu mimarisi içinde hastaların müzik ve su sesi ile tedavi edildiğini duyduğumda adeta büyülenmiştim. Aradan 16 yıl geçtikten sonra psikiyatri bitirme tezimi müzik ve su sesinin insan beynine ve bedenine yaptığı etkiyi araştırırken buldum kendimi.
Bir tıp doktoru olmama rağmen sanatın bir çok alanına karşı çocukluktan gelen bir aşk duyuyordum. Ailemde ve yakın çevremde ise sanat ile ilgili hiçbir kişi yoktu. Ancak benim sanata ve özellikle müziğe olan kişisel ilgim çevrem tarafından pek destek görmese de ilkokul öğretmenim Adil Kayacan’ın verdiği mandolin kursu ile başlamıştı. Mandolini de bir akrabamızdan ödünç alarak başladım. Daha sonraları ud, gitar, bağlama gibi telli sazlar ile amatör uğraşlarım oldu. Yeni ülkeler ve şehirlere gittiğimde bazen oradan bir müzik aleti bulma merakım nedeniyle evimde küçük bir müzik aleti koleksiyonum bile olduğu için bir çok müzik enstrümanını amatörce çalmaya hala çabalıyorum. Üniversite yıllarında besteler yapıyor hatta bunların düzenlemelerini yaptırıp stüdyoda kayıtlar alıyordum. Daha sonraları evimin bir odasını küçük bir ‘home stüdyo’ haline getirdim ve bunun için bazı eğitimler aldım. Bu aslında kişisel bir hobi iken ilk kez 2011 yılında “Düşünen Şarkılar” projesiyle profesyonel bir zemine taşındı. Bakırköy Hastanesinde tedavi görmüş psikiyatrik hastaların şiirlerinden bazılarını besteledim, bir kısmını da değerli müzisyen arkadaşım Volkan Uruk besteledi ve Başhekimliğin katkılarıyla birlikte projeyi gerçekleştirdik. Teoman, Ahmet Özhan, Soner Arıca, Demet Sağıroğlu, Betül Demir, Mercan-Rashit gibi ünlü sanatçılar seslendirdi. Volkan Uruk ve ben de birer beste okuduk albümde.
Psikiyatri asistanlığım sırasında psikodinamik yönelimli Jungien bireysel öğrenim analizi ve deneyimsel grup terapisi eğitimleri alırken rüya analizleri üzerinde çalışma fırsatı buldum. Rüyaların dilinin sinema dili ile şaşırtıcı benzerliği beni sinemaya ruh sağlığı perspektifinden bakma çabasına yöneltti ve senaryo eğitimleri almaya karar verdim. “Yarım Kalan Şarkı” ve de “Düşünen Adam (The Thinker)” senaryolarını yazdım. Düşünen Adam senaryosu Kültür Bakanlığının yazım desteğini alarak tamamlandı ancak henüz bir sinema filmine dönüşmedi. Daha sonraları mecburi hizmetim sırasında bulunduğum Osmancık ilçesinde, oradaki bir grup sanatsever ile kısa film atölyesi kurduk, yönetmenler davet ederek eğitimler düzenledik. Bu dönemde kısa filmler çekme fırsatı buldum. Akademisyenlik sürecimde otuza yakın yurtiçi ve yurtdışı bilimsel yayın yapma fırsatım oldu, bunlardan bir kısmı yine ‘müziğin etkileri’ üzerine idi ve oldukça ilginç sonuçlara ulaştık. Daha sonra Tıp fakültesi öğretim üyesi ve akademisyen olarak çalıştığım üniversite hastanesinde film okumalarına başladım. Belli temaları ele alan film çözümlemeleri ile hastalar, hasta yakınları ve genel katılımcılara yönelik psikiyatri ve sanat kavşağında bilgilendirici seminerler serisi gerçekleştirdim. Bu dönemde yurt içi yurtdışı seminer programları yaptım, çok sayıda dergi ve gazeteye sanat ve psikiyatri konusunda yazılar kaleme aldım. Bir çok TV ve radyo programına katıldım. Bu süre içerisinde iki kitabım yayınlandı. Ayrıca Türkiye Psikiyatri Derneği “Deliler Kahvesi” isimli kısa filmime birincilik ödülünü layık gördü. Bu sırada bir yıl süreyle bazı müzisyenlerin de katılımı ile grup müzik terapisi çalışmamız oldu.
İşte bir psikiyatr olarak sanat ile ilişkimin hikayesi böyle ve bu ilişki mesleki bakış açıma elbette etki ediyor. Aslında kendim neden sanat ile uğraşıyor isem toplumdaki hastalığı olan olmayan tüm bireyler için de aynı nedenle sanatı gündeme getiriyorum: iyi’leşmek… Unutmamak gerekir ki iyi’leşmek için klasik anlamda hasta olmaya gerek yoktur. Aslında sanatı tüm toplum için koruyucu bir ruh sağlığı hizmeti gibi bilimsel bir zeminde nasıl değerlendirebiliriz, işte bizim çabamız bu.
Zira insan ruhunda, zihninde, beyninde, nörobiyolojisinde -adına her derseniz deyin- ‘ruhsal aygıtında’ mevcut tanıların ve tedavilerin ulaşamadığı sonsuz bir uzay var. Şu şekilde bir modelleme yanlış olmaz sanırım: Bilinçdışı uzayının, ego adlı kütleleri ve bu kütlelerinin de çekim yasaları var. Bu itme ve çekmeler “anlam” ışığının hareketlerine tesir ederek sanat adlı forma büründürüyor diyebiliriz. Evrendeki görecelilik kuramı gibi zihin de zamanı bükerek kendi göreceliliğini oluşturuyor sanki. Ruh uzayının kara delikleri, titreşimleri, sesleri ve ışığını anlamak için bu metinde olduğu gibi sembolizme yani sanata ihtiyacımız kaçınılmazdır.
Şimdi “İyileştiren Sanat” kavramını – Psikolog Hilal Özdemir Bulat hanımın teşvik ve gayretleri ile – ete kemiğe büründürmek için bir web sitesi olarak bu yolculuğa başlıyoruz.