Film, okulda sergilenen (gerçek hayatın taklidi) tiyatro sahnesi ile başlar:
“Yeryüzü, kurbanların yırtıcılardan korktukları bir yerdi ve ikiye bölünmüş durumdaydı; acımasız yırtıcı ile onun güçsüz avı. Yırtıcıların kontrol edemedikleri biyolojik dürtüleri vardı. Zaman içinde kendimizi geliştirdik, o ilkel-vahşi yöntemleri geçmişte bıraktık. Artık yırtıcı ve av uyum içinde yaşamakta. Av hayvanları da özgür ve olanakları fazla, yırtıcılarsa agresif güdülerini (negatif duygularını kanalize edecek farklı alanlar bulup) kontrol edebiliyorlar. Zayıfları ezmiyorlar.”
Dünyanın çok daha güzel bir yer olması için (kendi türünden de) polislerin gerekliliğine inanan idealist tavşan Judy’nin en büyük hayali, atalarının barış içinde yaşadığı “hayallerin ülkesi” Zootropolis’te polis olmaktır. Orada herkes ne isterse olabilir.
Bir yandan mahalle baskısıyla mücadele eder Judy, kimse polis olabileceğine inanmaz. Özellikle yırtıcı hayvanlar onun bu hayalini eğlence konusu yapar. Diğer yandan anne-babası her fırsatta ona polis olmanın zorluğunu hatta bir tavşan için imkansızlığını hatırlatırlar. Kendi huzur ve mutluluklarının nedeninin hayallerinden vazgeçerek bir düzen kurmak olduğunu, “fazla kapılmadığı sürece” hayal kurmasının güzel şey olduğunu söylerler. “Yeni bir şey denemezsen başarısız da olmazsın” diye de öğütlerler.
O ise, denemeyi sevdiğini ve ilk tavşan polis olarak dünyayı çok daha mükemmel bir yer yapacağını usanmadan tekrarlar. Her şeye rağmen polis akademisinden mezun olan ilk tavşandır. Tüm ufak tefeklerin de gururudur. Mesleğini yapabilmek için büyük ve kalabalık bir şehir olan Zootropolis’e yerleşir. Ailesi duydukları gururu ve sevinci ifade ederken, endişelerini de dile getirirler; “tehlikeli olmak, yırtıcı hayvanların doğasında var” deyip, özellikle tilkiler konusunda uyarırlar ve çantasına bir tilkisavar bile koyarlar. Judy onlara, “korkmamız gereken korkunun kendisidir. Hem tilki olması fark etmez, kötü kalpli tavşanlar da var” diye karşılık verir.
İlk günler yaşadığı sıkıntıları telefonda görüştüğü ailesine hiç hissettirmez. Arzusu, suçluları yakalayan bir polis memuru olmaktır ama toyluğundan ve fiziksel özelliklerinden dolayı park görevlisi olabilmiştir. Bunu duyan annesi, “adaklarımız tuttu, teşkilatta değil en güvenli bölümde!” diye sevinip şükreder. Bir hırsızın peşine düşüp görevinin başından ayrıldığı bir gün, tilki Nick ile yolları kesişir. Öteden beri, tilkilere karşı ön yargılı davrananları geri kafalı bulan Judy, onun profesyonel bir dolandırıcı olduğunu öğrenince hep duya geldiği (tavşanlar ne kadar adil, insaflı, mücadeleci, yardımsever ve duygusal ise, tilkiler de o kadar kurnaz, hilekar, duyarsız, bencil ve korkaktır gibi) mit ve söylentilerdeki gerçeklik payını görür. Nick, Judy’yi zayıf-saf bulur, küçümser ve polis olarak görmeyip her defasında atlatmaya çalışırken ona, “havuç, köylü güzeli, otopark görevlisi” diye hitap eder, başı sıkıştığında ya da tehlikede hissettiğindeyse, “polis olan sensin” deyip onu öne sürer. Judy, Nick ile yollarını ayıramayacaktır çünkü aldığı yeni görevde Nick’e ihtiyacı vardır. Ona karşı uyanık, dikkatte kalır ve kendi yöntemleriyle kontrol altında tutmaya çalışır.
Judy, “bir tilkiye mi inanacağım?” diye ağzından kaçırdığı bir an, tilkilerin de kırılabildiğini görür. Nick, onun kendisine güvenmediğini ve herkes gibi ön yargılar taşıdığını fark edip, bozulur. “Yırtıcı bir hayvanı kendine ortak seçmemeliydin, tam da biri bana güveniyor” demiştim der ve Judy ile hikayesini paylaşır: “Senin gibi genç ve duygusal açıdan dengesizdim. Çocukken maruz kaldığım bir haksızlık bana iki şey öğretti. Bir; kimsenin beni üzdüğünü asla belli etmeyecektim. İki; madem tilkilere dünya böyle bakıyor, o zaman başka bir türlü olmaya gerek yok!”
Zootropolis’te bu çatışma ve ayrışmayı destekleyen güncel bir olay da yaşanır. Sebebi bilinmez biçimde vahşileşen ve halkın güvenliği için polisler tarafından aranan yırtıcılar gündeme gelir. Bazı av hayvanları, kendilerinden daha güçlü ve imkanlara sahip olan hayvanlara karşı bir tuzak kurar ve tümünü şehirden kovmak isterler. Bunun için yırtıcılar üzerinden bir genelleme ve soykırım başlatırlar. “İlkel günlerine geri dönüyorlar, vahşilik Dna’larında var” diye kılıf uydurularak medya tarafından desteklenen haberlerle de, ortak düşmana/yırtıcılara karşı birleşme çağrısı yapılır ve toplumda düşmanlık duyguları beslenir. Masum yırtıcılar eylem yapıp haklarını aramak isteseler de, görevleri değiştirilir veya sürgün edilirler.
“Korku bizi asla parçalamamalı, farklılıklarımızı kucaklamalıyız, körü körüne kimseyi suçlayamaz ve etiketleyemeyiz, bu sorumsuzca olur. Benim bildiğim Zootropolis böyle bir yer değil” diyerek olanlara temkinli ve bilinçli yaklaşıp, oyuna gelmeyen vatandaşlar da vardır. Judy de istemeden bu duruma alet edilir. Bu sırada ufak bir dikkatsizlik ve ihmalin, tarihteki kötü olayları nasıl tekerrür ettirdiğine şahit olur. Nick’in de yardımıyla hatasını telafi eder ve toplumdaki kutuplaşmaya son verilir. Judy suçluyu yakaladığı yerde: “Halk yırtıcılardan korkacak, sen de gücünü koruyacaksın. Korku her zaman işe yarar değil mi?” diye çıkışır. Böylelikle, kötülüğün yırtıcıların dışında kendinden olan/av hayvanlarından gelebileceğini de tecrübe eder.
Halka yönelik yaptığı bir konuşmada: “Görünüşe göre gerçek hayat, kamyon arkası yazılarından daha karmaşıkmış. Karşımıza engeller çıkıyor, hepimiz hata yapıyoruz (süper kahraman değiliz). Birbirimizi anlamaya gayret edersek her birimiz o kadar özel olacağız. Ne tür bir hayvan olursanız olun, dünyayı daha iyi bir yer yapmayı deneyin. Kendi içinize bakın, değişimin sizinle, benimle, hepimizle başladığını fark edin. İyi bir polis şehrine hizmet eder, korur, gözetir ve onu parçalara ayırmaz.”
Sonunda Nick ile birbirlerini anlamaya ve güven duymaya başlarlar. Tilki ve tavşan iyi dost, iyi de iş ortağı olur. “Aptal tavşan, kurnaz tilki” şeklindeki sosyal yargının aksine tilkinin aptallıklarının, tavşanın da kurnazlıklarının olabileceğini birlikte yaşayarak öğrenirler.
Doğadaki farklı mizaçlara bir örnek de, tembel hayvan Şimşek’tir. Son derece ağırkanlı olmasının yanında çok hızlı araba kullanır. Elbette Zootropolis’te herkes istediğini olabilir, yavaş-tembel hayvanlar da hızlanabilir. Filmde çizilen bu “resim”, kolektif bilinçte insanlığın böyle bir yere duyduğu özlemi de yansıtır. Herkesin özgürce, her türlü olanağa sahip, mutlu, güvenli, barış içinde ve bir arada yaşadığı bir yeryüzünün hayali dahi güzeldir.
Ne var ki gerçek hayatta da bunu dilemeyip, stereotiplerden (belirli birey türleri veya davranış biçimleri hakkında yaygın olarak benimsenen basmakalıp, olumlu-olumsuz fikir, düşünce, inanç), mitlerden ve efsanelerden faydalanarak kişi veya toplumları manipüle etmek, korkutmak ve kutuplaştırmalarla (temelde gücünü korumak için) kontrolünde tutmak isteyenler vardır.
Sosyal yaşamda, başkalarının davranışlarını yorumlamak, açıklamak ve nedenlerini ayırt etmek niyetiyle bir karara varırken (atfetme) sosyal yargılarda bulunur ve bazı hatalı çıkarımlar (temel atıf hatası) yaparız. Bu durum onlarla ilgili beklentilerimizi, davranışlarımızı ve ilişkilerimizi de etkiler. Bazen kendimize bakar ve davranışlarımızı değerlendirirken de benzer atıf hataları yaparız. “Keşke bende de fil hafızası olsaydı” diyen ama ondan daha iyi olan hatırlama yeteneğinin farkına varmayan Tibet öküzünün tutumu ve “tilkilere dünya böyle bakıyor, o zaman başka türlü olmaya gerek yok” deyip potansiyelini geç ortaya çıkaran tilkinin hikayesi buna birer örnektir.
Bir kişi veya kitleye karşı olumsuz tutumlarımız; stereotipler (olumsuz kalıp yargılarımız, genel kişilik şemaları ve zihnimizdeki resimler-imajlar, bilişsel) ön yargı (peşin hükümlü, negatif duygularımız, duygusal) ve ayrımcılık (olumsuz eylemlerimiz, davranışsal) gibi bileşenlerden oluşur. Tüm bunlar, bütünü gözden kaçırıp sağlıksız hükme varmaya sebeptir.
Genellemeler, sınıflandırmalar, etiketlemeler, ön yargılar ve bunların sonucunda yaptığımız çıkarımlar yanlış tutumlara, adil olamamaya, gerçeği görememeye, öğrenilmiş çaresizliğe ve değişime dirence neden olabilirken, gelişim ve ilerlemeye de engeldir.
-Korkmamız gereken, korkunun kendisidir.
-Korku bizi asla parçalamamalı, farklılıklarımızı kucaklamalıyız, körü körüne kimseyi suçlayamaz ve etiketleyemeyiz. Bu sorumsuzca olur.
“Halk yırtıcılardan korkacak, sen de gücünü koruyacaksın. Korku her zaman işe yarar değil mi?”
Filmde geçen bu cümleler kulaklara yabancı gelmez. “Hayvanlar Şehri” filmi de, “korku duygusunun kendisinden ve esas korkutulmaktan korkun” mesajı veriyor.
Sizi kontrol etmek isteyen, sizi iyi tanır, zaaflarınızı bilir, ruhunuz duymadan sizi (ve seçimlerinizi) etkiler ve yönetir.
Toplumları korku duygusu üzerinden dizayn etme stratejisi yeni bir şey değil. İnsanlık tarihi boyunca bitmeyen savaşların, çatışmaların, içeride ve dışarıda yaratılan düşmanların, azalmayan ötekileştirmelerin, hedef göstermelerin bir nedeni de, devletlerin kendi güçlerini koruma arzuları ve yıkılmaya, çözülüp dağılmaya karşı önlem alma çabaları.
Farazi yahut gerçek bir tehdit üzerinden halkı bir arada tutmak, kaygılı, öfkeli, yetersiz hissettirmek, kendine bağlamak ve kendine mecbur bırakmak niyetiyle düşmanla korkutmak politik bir yöntem.
Oysa psikiyatrist Jung, “İnsanlar çatışmanın kendi içlerinde olduğunu bilmiyorlar. Bu yüzden iyilik ve barış için savaştıklarını söylüyorlar. İnsan iyilik için birbiriyle savaşamaz. Savaş uygar insana hala bir barbar olduğunu gösterdi. Dünyanın bu karışık halinde içe bakmaya devam. Kendi içimizdeki şiddetle yüzleşmeye devam. İçimizdeki şiddetten öğrenmeye ve şefkate dönüşene kadar yanında oturmaya devam. Madem gidip silahların önünde duramıyoruz, içimizdeki şiddetin önünde duralım.” diyor.
“Kötü ve en tehlikeli olan, senin ruhun, için, zihniyetin, niyetin ve yöntemlerin olabilir.” demek istiyor.
Hangi yüce amaç için olursa olsun, şiddetin hiçbir türüne rıza göstermemeli insan. Korkutmak, yetersiz, çaresiz, huzursuz, endişeli, kuşkulu, öfkeli hissetirmek de psikolojik şiddettir. Kimden gelirse gelsin, öyledir.