Hayat Işığım

Birinci dünya savaşında dört yıla yakın aldığı zorlu görevin ardından psikolojik olarak da yıpranan gazi Tom Sherbourne, bir süre inzivaya çekilmeye ihtiyaç duyar ve Avustralya’nın ücra kıyısındaki sahil kasabasına ait bir adaya yerleşir. İki okyanusun birleştiği Janus adasında deniz feneri bekçiliği yapmaya başlar.

Bazen aylarca kimseyi görmeyen Tom, kasabaya gelip gittiğinde misafir olduğu bir evde Isabel’le tanışır. Cesur, neşeli ve sevgi dolu kızları, evin gözbebeğidir. Isabel’in teşvikiyle dolaşma ve sohbet etme fırsatı da bulurlar. Ağabeylerini savaşta kaybeden Isabel’in aile bağları kuvvetlidir. Tom annesini kaybetmiştir, babasıyla da araları iyi olmadığı için görüşmüyordur. Yaşadığı ıssız adada yalnız hissetmediğini çünkü hep tamir edilecek bir şeyler olduğunu anlatır. (Bu sayede elde ettiği anlam ve huzur ile iç dünyasını da onarmaktadır.) Tom’u hayli durgun ve sessiz biraz da esrarengiz bulan Isabel, onu uyuşturan şeyin ne olduğunu sorar. “Bazen geçmişi geçmişte bırakmak daha iyidir” diye cevaplar ve kısaca hikayesinden bahseder Tom. “Madem geçmişten konuşmayacağız, gelecekten konuşalım o halde” der Isabel. Tom, “aslında düşünürsen gelecek hakkında konuşmak da olanaksızdır. Sadece neyin hayalini kurduğumuzu ve neyi dilediğimizi konuşabiliriz” şeklinde karşılık verince, çok zorlu biri olduğunu dile getirir Isabel. Ve hayattan neyi dilediğini merak eder. Tom, bu defa sessiz kalır…

Isabel, kendini nerelere sakladığını görmek istediği için, Tom’dan onu Janus’a götürmesini rica eder. Bunun gerçekleşmesini kolaylaştıracak olan evlenme fikrini de ortaya atar. “Benimle yaşamak için aklını yitirmiş olman gerekir” der Tom. Isabel ısrarcıdır. Vedalaştıkları sırada, kendisiyle mektuplaşmasını ister. Onun bu talebini severek yerine getiren Tom, özenle mektup yazıp gönderir. Bir yandan Isabel’in söyledikleri üzerine düşünür. “Uzun yıllar boyunca o kadar ölüm gördüm ki, gerçekten uyuşmuş olabilirim. Sanırım buraya gelme nedenim de bu olmalı. Burada incitebileceğim kimse yok. Sadece fenerden sorumluyum. Yıllar boyunca dokunduğum her şey yitip gitti ve senin hayat dolu oluşun beni korkutuyor. Ruhuna, karanlığımla ona gölge düşürmeye kıyamayacak kadar hayranım. Seninle geçirdiğim zaman, yeniden ‘hissetmemi’ sağladı. Kelimelerle aram iyi değil, hiç olmadı. Sanırım birine hislerimi anlatmayı hiç normal bulmadım” cümleleriyle kendi gerçekliğini paylaşır. Okyanusun sert dalgalarını aşıp gelen bu duygu dolu ifadelere yankı vermekte gecikmez Isabel: “Bana içini döktüğün için teşekkür ederim. Bunun senin için ne kadar zor olduğunu biliyorum. Birini kaybetmenin acısını çok iyi bilirim. Senin içinde hala ışık var, onu gördüm. Tıpkı gökyüzündeki yıldızlar kadar parlak… Seni ilk gördüğüm gün tanıyormuşum gibi hissettim ve seninle bir gelecek düşledim.”

Fener bekçiliği görevini üstlenmekle ‘yolunu kaybedenlere ışık tutan’ Tom, içindeki ışıkla da Isabel’le kuracakları dünyayı aydınlatma rolünü alıp benimser. Birbirlerine umut ve yoldaş olan çift, kısa süre içerisinde evlenirler. En büyük hayalleri, geniş ve mutlu bir aile olmaktır. Ancak, kuvvetli fırtınanın Tom’u fenerde esir aldığı bir gecede, Isabel sancılanarak ilk bebeğini kaybeder. Yaşanan üzücü olay sonrasında kendini suçlu hisseden Isabel, sağlık kontrolü için doktor çağırmayı öneren kocasına şiddetle itiraz eder. Yaşadıklarını utanç verici algılar ve herhangi bir dedikodu yayılacağından endişe duyar. Tom bu süreçte karısına destek olmak için elinden geleni yapar. İkinci hamileliği de aynı nedenle sona erince, ruhsal ve fiziksel olarak yıpranır ve bunalımlı bir döneme girer Isabel. Yorgun, dalgın ve umutsuz bir halde iken, okyanustan gelen bebek sesi onu kendine getirir. Tom’la dalgaların kıyıya sürüklediği sandala koşarlar. Genç bir adam cesedi ve birkaç aylık bebekle karşılaşırlar. Isabel, bu durumun tesadüf olamayacağına, Tanrı’dan gönderilmiş bir hediye olduğuna inanmak ister ve şükreder. “Nerelerdeydin sen?” diye sevdiği kız bebek, yüzünü yeniden güldürür. Kocasına bebeğin bir süreliğine kendileriyle kalmasını teklif eder. Tom, karısının mutluluğuna şahit olsa da buna karşı çıkar. Yetkililere teslim edip, legal yollarla sahiplenebileceklerini söyler. Fakat Isabel bebeği kaybetmek istemez. Ada’nın şartlarından dolayı onlara vermek istemeyeceklerini, korkunç(!) bir yetimhaneye gönderebileceklerini öne sürer. Tom’un yaptığı işin bir bakıma hayat kurtarmak olduğunu ve şimdi bebeğin de hayatını/geleceğini kurtarmaları gerektiğini telkin eder. Sonunda bu sırrı saklamaya karar verirler.

Isabel her fırsatta bebeğin kendilerine muhtaç olduğunu söylerken, aslında kendisinin (yaralarını kolayca sarabilmek için) bu bebeğe nedenli ihtiyacı olduğunu bile fark etmez. Güçlü annelik içgüdüsünün ve üst üste yaşadığı trajik deneyimlerin etkisiyle sağlıklı/mantıklı düşünemez haldedir. Acısıyla yüzleşmek yerine, bir yalana tutunup her şeye en baştan başlayabileceğini umar ve gelecekte olacakları düşünmek istemez. Oysa “gerçeğin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır.”

Isabel’in adada tek başına ve cesurca yaptığı doğum haberi kasabada dilden dile dolaşmaya başladığında, kendilerini ziyarete gelen anne ve babanın torun sevgisini gördüklerinde ve Lucy ismini verdikleri kız çocuğunu sahiplenip ona çok alıştıklarında, hakikati tümüyle unutmak isterler.

Janus deniz fenerinin kırkıncı yıl kutlamalarında, Tom konuşma yapmak üzere davet edilir ve: “Akıntının bir günden diğerine ne getireceğini kestiremezsiniz. İki okyanusun getirdiği her şey olabilir. Aklınıza ne gelirse… (Arkadaşlarım ölmüşken) yaşamayı neden hak ettiğimi bilmiyorum. İhtiyacı olan herkes için ışığı canlı tutmaya çalışıyorum” ifadeleriyle gizli tuttuğu gerçeğini de mecazla dile döker.

Lucy’nin gerçek ailesi, özel bir hikayeye sahiptir. Öz babası Franz, Almandır. Annesi Hannah ile severek evlenirler fakat kasabada ailelerini savaşta kaybeden yerliler, onlara rahat vermez. Franz bu baskıya dayanamaz hale gelir, kızını da yanına alıp sandala biner ve açıklara sürüklenir. Yazdığı şiir kitabı dahi basılmayan Alman şair ve çok da iyi kalpli bir insandır Franz. Hannah geçmişte ona, (ırkçılık nedeniyle) o kadar badire atlatmasına rağmen her zaman neşeli olmayı nasıl başardığını sorduğunda, unutamayacağı bir cevap alır: “Sadece bir kez affetmen yeterlidir. Kin güdeceksen bunu sürekli, her gün, her zaman yapman ve sürekli kötü şeyleri hatırlaman gerekir. Bu çok yorucu.”

O gün kutlamada bulunan Hannah, Tom’a yaptığı anlamlı konuşmasından dolayı teşekkür eder ve ona insanların okyanusta gemiler tarafından kurtulup kurtulamayacağı ile ilgili beklenmedik bir soru sorar. Tom, “konu okyanus olunca her şey mümkündür” diye geçiştirir. Hannah, kızı Grace’i (Lucy) öldü biliyordur, bu yüzden Isabel’in kucağındaki kızını tanıyamamıştır.

Onların dramatik hikayesini öğrendiğinden beri Tom iyi değildir. Bundan karısına söz etse de Isabel, Lucy için doğrusunun kendileriyle kalması olduğunu savunur. Tom, ondan habersiz yetkililere gerçeği itiraf eder. Tüm suçu üstlenerek teslim olur. Hannah kızına kavuşur. Isabel ise yıkılır ve kocasına düşmanlık duyguları besler. Tom’un, bebeğin babasını da öldürmüş olabilmekle cinayetten yargılanacağı haberi gelir. Savaşta insan öldürmeye alışmış birinin, evlat sahibi olmak için bunu yapmasının, çok uzak bir ihtimal olmayacağını – bir eksik bir fazla – fark etmeyeceğini söylediklerinde, kendi gerçeğiyle bir kez daha yüzleşir Tom. (Geçmiş öykülerin, geleceği ne kadar etkilediğini de gösterir bize.) Bunu öğrendiğinde Isabel’in vicdanı rahat etmez ve kocası için şahitlik yapar. Hannah ise ölen kocasının “sadece bir kez affetmek yeterlidir” öğüdünü hatırında tutar ve merhametli davranıp Tom için özel af talep eder. Böylelikle Tom kısa bir süre cezasını çekip çıkar.

Çift, daha sonra Hannah ve kızından uzak bir yerde yaşamayı tercih eder. Yıllar geçer, birlikte yaşlanırlar. Hiç çocukları olmaz. Isabel, Grace’in bir gün kendilerini bulup ziyaret edeceğini ummaktan vazgeçmez. Günün birinde, Grace kucağında bebeğiyle onlara teşekkür borcunu ödemek için çıkıp gelir. Ne var ki Isabel ölmüştür. Son nefesine dek de yaptıklarından pişmanlık duymuştur.


“Hayat Işığım” adlı sinema filmi, iç içe geçmiş ve her biri değerli, birkaç farklı temayı barındırıyor.

Uzun yıllar savaşta mücadele veren bir gazi’nin hayata yeniden tutunmaya çalıştığı, yalnızlık ve sorumluluk dolu bireysel hikayesi…

Irkçılık nedeniyle, yaşamdan bezdirilen ve çok sevdiği eşinden uzaklaşmak zorunda bırakılıp, ölüm pahasına yerini-yurdunu terk eden bir şairin duygu yüklü serüveni…

Hayattaki seçimlerin, aile-meslek konusundaki ideallerin, beklentilerin ve tercihlerin, kişisel öykünün nasıl da belirleyicisi olduğunun, eş-dost, evlat ya da vatan uğruna yapılan fedakarlıkların ve ödenen ağır bedellerin resmedilişi…

Dört yaşına kadar gelmiş bir çocuğun, bir anda ismi, anne-babası, akrabaları ve vatanı dahil aslı olmadığını öğrenip, bambaşka bir gerçeklikle karşı karşıya bırakılmasının sonucunda yaşadığı mağduriyet ve travmanın öyküsü…

Paylaş...