Gönül dağı yağmur yağmur boran olunca
Akar can özümden sel gizli gizli
Bir tenhada can cananı bulunca
Sinemi yaralar dil gizli gizli
Dost elinden gel olmazsa varılmaz
Rızasız bahçenin gülü derilmez
Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez
Gönülden gönüle gider yol gizli gizli *
Mel Gibson’ın oynadığı Deli ve Dahi filmi, İngilizce Oxford sözlüğünün hazırlanma hikayesini anlatıyor. Film bana gönül dağını ve bu iki gönül dağının arasındaki gizli geçidi çağrıştırdı. Film dil üzerine çalışan, biri akıl hastanesinde diğeri üniversitede olan iki dostun birlikte yürüttüğü dil çalışmasını konu alıyor. Projeyi yürüten iki dost arasında söyle bir konuşma geçer: ‘’Bir Amerikalı bir İskoç, biri Yale biri Oxford, biri deli biri dahi, ama kim hangisi?’’.
Dilin, delilik ve deha ile nasıl bir bağı vardır ki, dil çalışmaları üzerine yapılmış bir film bize konuyu delilik ve deha metaforu üzerinden anlatmaktadır? Bu filmin açtığı kapıdan dil ve insan psikolojisi arasındaki ilişkiyi ele almaya çalışacağım.
Dil kökenlerini araştıran etimoloji bilimi insana büyülü bir dünyanın kapılarını açar. Birer imge ve sembol olan kelimelerin zamanla değişimi ve gelişimi insana anlamların birbirine kanaviçe gibi nasıl örüldüğünü gösterir. Soyut bir kavram olarak ‘anlam’ı, daha iyi anlaşılsın diye somutlaştırarak örneklendirirsek; anlam, bir filmdeki bir oyuncunun temsil ettiği soyut ‘karakter özellikleri‘ ne benzetilebilir. Kelimeler ise bu karakterlerin rolleriyle uyumlu üzerlerinde taşıdıkları somut kostümler gibidir. Kılık kıyafetlerinden hal ve tavırlarına kadar her şey bize karakteri anlatan bir imgeler bütünüdür. Köken bilim olan Etimoloji ile uğraşmak bu kelime kostümlerinin gelişim sürecini takip ederek, anlamların özüne inmek, olaylar ve karakter arasındaki ilişkiyi çözümlemeye çalışmak gibidir sanki. İşte bu çaba bir Antropolog’un arkeolojik kalıntılardan yola çıkarak bugün ki insanı anlama çabasına da benzetilebileceği gibi, bir Psikoterapistin bilinçdışının sembol ve imgelerini analiz ederek insanı çözümlenme çabasına da benzer.
Bebeklerin dil öğrenme tarzı bütün öğrenmelerin en etkili yöntemlerinde biridir. Bebek sadece çevresindeki insanların arasında bulunur ve hiçbir sözlük kullanmadan, yüzyıllar içinde oluşmuş bir dili, bütün bir gramer yapısıyla iki yıl gibi bir sürede kavrar. Bu, insan beyninin sembollerin karşılığındaki anlamları ne kadar hızlı kavradığını gösteriyor. Peki bir çocuk çevresinden sadece lisan mı öğrenir. Çocuk ilk ailesinden lisan kadar kompleks başka bir dil daha öğrenir ki buna ‘ruhsal anadil’ demek uygun olur sanırım. Aslında ruhsal dil demek yerine sadece Farsça anlamıyla ‘dil’ kelimesini kullanmak yeterli olur zira Farsça’da dil ‘kalp-gönül’ demektir. Evet, insanın ailesinden öğrendiği ‘ruhsal anadil’in Türkçe tam karşılığı ‘gönül’ kelimesidir. Yani her insan içine doğduğu ortamdan lisan olarak bir anadil öğrenirken bir de ruhsal anadil öğrenerek bir gönül inşa eder.
Dil ve ruh sağılığı alanında çalışmış en önemli isim Lacan’dır. Dilin psikiyatri ile ilgisi sadece dil gelişim bozukluklarından öteye bilinçdışının yapısına dayanır. Bilinçdışı Lacan’a göre psikanalizin teorik nesnesidir. Lacan, bilinçdışını dilbilimi modeli üzerinden anlamaya çalışır. Bilinçdışının dil gibi yapılandığını öne sürer ki bence bu muhteşem bir tespittir. Dil bir göstergeler (semboller, imgeler) sistemidir ve kendine özgü bir yapı ve sistemi vardır. Canlıdır ve yaşar. Bilinçdışının aslında dış dünya ile özsel bir bağlantısı olmadığını belirtir ve “dilsel gösterge” ile psikanalizin simgesinin aynı şeyler olarak düşünür. Dili ilk olarak aileden öğreniriz ve Lacan’a göre dili öğrenmek kültüre giriştir. İnsan bir dili öğrendiğinden bütünsel gerçeklikten simgesel bir gerçekliğe girer.
Dil gelişimi nörobiyolojik açıdan ele alındığında da Lacan’ın tespiti haklı çıkıyor. Sosyal etkileşimde sorun yaşayan Otizm hastalığında nörobiyolojik bir gelişim bozukluğu vardır ve dil gelişimi etkilenir. Dil gelişimi imgeler ve anlamları kavrama ve yorumlama becerisi olduğu için dil öğrenme aynı zamanda bir sosyal benlik gelişimiyle de ortak bir süreçtir. Daha önce başka yerlerde de değindiğim gibi insanın biyolojik benliğinden öte bir de yazılımsal-kültürel-dilsel-tinsel bir benliği daha vardır ki buna ‘Sosyal Benlik’ demeyi tercih ediyorum. Evet, kültür ve dili bir yapay zeka gibi, asırlar boyunca kendi kendini besleyerek gelişmiş bir yazılıma benzetiyorum. Bu yazılım deneyimler ile edinilmiş ortak bir veri akışı sonucu yüzyıllar içinde gelişmiş bir programa benzer.
Lacan’a göre insan simgesel bir dünyanın içine girerek bir çeşit ortak simgeleri ve kültürü paylaşır. Peki delilik nedir? Delilik bu simgesel karmaşayı yaşayarak, mevcut kabul görmüş kültürel düzen ve simgesel düzenin şartlarına ayak uyduramama denebilir. Simge ile gerçek dünya arasında dengeyi yitirme… Eğer insan kollektif bilinçdışından gelen karmaşalarını bireysel bilinçdışında çözemez ise işte o zaman delilik baş gösterir. Kollektif bilinçdışını anlamak için Mitolojik öyküler iyi birer örnektir: Narkisos’un açmazı, Odipus veya Elektra kompleksi gibi. Lacan’a göre Odipus karmaşası ile insan simgesel düzene dahil olur ve bilinçdışı ile birlikte birey/özne kurulur. Doğal içgüdülere simgesel yasa ile müdahale edilmesiyle cinsel kimlik anlamı verilir. İçgüdüler bilinçdışı arzulara dönüşür ve bastırılır. Lacan’ın ifade ettiği ‘İnsanlaştırılma Kastrasyonu’ ile bu program yazılımı insana yüklenir, yani dil ve kültür… Sonuç olarak ‘Bireysel bilinçdışı’ ortak bilinçdışı denizinin uzantısı olarak bir ‘iç deniz’ veya ‘göl’ şeklinde ayrışır. İki deniz buluşsa bile bilinçdışı suları her zaman bir birine karışmaz. Yani herkesin gönül gölü aynı yapısal özellikleri taşımaz.
Filme dönecek olursak İngilizce konuşan iki toplumun dil ve dilin taşıdığı kültürel yükler açısından dostluklarını anlatıyor. Anglosakson kültürün iki temsilcisinin dil bağlamında biri dahi diğeri deli olarak tasvir ediliyor. Delilik ile deha’yı, tıpkı bireysel bilinçdışı ile kolektif bilinçdışı gibi suları ‘birbirine karışmayan iki denize benzetirim’ ama birbirinin devamı olan içi içe olan iki denize…
Peki hangisi hangisinin devamıdır. Filmde bu sorunun cevabı var aslında. Yanlışlıkla da olsa katil olarak akıl hastanesine yatan Minor ve Yale Amerika’yı temsil eder. Burada Amerika’nın payına düşen deliliktir. İskoç olan Murray ve Oxford dahiliğin tarafında kalmaktadır. Peki neden böyle. İşte burada benim çıkarımım şu ki İngilizce denizinin bir uzantısı olan Amerikan kültürü burada delilik safında kalıyor çünkü dahi olarak sunulan İngiliz kültürü, okyanusun kendisidir.
Filme göre delilik dahiliğin bir uzantısıdır ki tıpkı bireysel bilinçdışının ortak bilinçdışının bir uzantısı olduğu gibi… Bence benlik dağa, bireysel bilinç(altı) ise dağ göllerine benzer. Fakat kolektif bilinçdışı yeryüzündeki tüm su moleküllerinin hepsini kapsar ki buna gökyüzü gölleri olan bulutlarda dahildir.
Gönül dağının zirvelerindeki boran ve yağmur eteklerindeki gölleri besler ve suyunu okyanuslardan alır. Gönülden gönüle giden gizli geçitlerde buluşmak ümidiyle…
* Neşet Ertaş – Gönül Dağı
Görsel: Vedat Bilgiç