İrlanda’dan Amerika’ya göç eden bir ailenin hikayesini anlatan filmin özelliği filmi çeken yönetmenin kendi gerçek hikayesini çekmiş olmasıdır. Bu filmin çekilebilmiş olması bile yeni bir ülkeye göç eden bir ailenin yaşadıkları zorluklara rağmen sonunda başarıya ulaştıklarını anlatıyor. Filmi anlatan dış ses evin büyük kızı 10 yaşındaki Kristi’dir. Kristi’nin ‘Hayatta dilemeniz ve hiç dilememeniz gereken şeyler vardır’ sözüyle başlıyor film. ‘Üç dilek hakkım olduğunu söyledi’ diyor. Neden her masalda hep üç dilek hakkı vardır. Bu konudaki teorim şu ki; insan üç katmanda dilekte bulunur her zaman. Üç temel konuda güçlü yönelişler gösterir. Birincisi geçmiş hikayemiz ile ilgilidir. Sanki içine doğduğumuz, bağ kurduğumuz geçmiş zaman, geçmiş mekan ve geçmişteki kişiler ile ilgili istek ve ihtiyaçları temsil eder. Geçmiş hikayemiz aynı zamanda biyolojik ve kültürel genlerimizi içerir. Her iki tür genlerin içerdiği bilgiler bir meyve ve o meyvenin merkezinde taşıdığı çekirdek gibi içinde bir tohum taşır ve her göçmen heybesinde o tohumlarla gelir yeni yurduna. İkincisi ise bugüne bakar, şimdiki zaman, mekan ve insanlar ile ilgilidir. Bugünün iyi yönlerinin devam etmesi veya kötü yönlerinin son bulması ile ilgilidir. Yeni bir toprağa taşınan tohumun kendine yer bulma sürecidir. Aynı zamanda tohumun yeni toprağa gömüldüğü kök salma çabalarıyla ilgilidir. Üçüncüsü ise gelecek ile ilgilidir, filizlenme, fidana dönüşme ve meyve verme umuduyla ilgilidir yani yeni bir doğum.
Bu filmden çıkardığım sonuç şu ki: Her göç bir yas ve bir de doğum hikayesidir. Geride bıraktığımız ve yasını tuttuğumuz hayat, gelecekteki bütün dileklerimizi gerçekleştirmek için ihtiyaç duyduğumuz gücü de içinde barındırır. O ilk çıkışın merkez kaç kuvvetiyle yol alırız. Filmdeki aile bir yas ile gelmişlerdir Amerika’ya. Aile Frankie adındaki erkek çocuklarını 5 yaşında kanserden kaybetmiştir. Gümrük kapısındaki polis ilk başta aileyi ülkeye almakta direnir. Dış ses olarak konuşan Kristi ilk dilek hakkını kullanır ve Frankie’den yardım diler. Polis ailenin kaybettiği çocuğu duyunca ülkeye girişlerine izin verir. Kristi’ye göre Frankie yardım etmiştir bu girişe. Aslında bu çocukça oyunun gerçekte bir karşılığı vardır. Yeni geldiğiniz bir ülkede her şeyinizi geride bırakırsınız. Eşyalarınızı, evinizi, arabanızı, ünvanınızı ve rollerinizi, kendinizi güvende hissettiğiniz tüm ilişkiler ağını, sevdiklerinizi. Sadece bir şey hep sizinledir, bir tek onu getirirsiniz yanınızda. Ona göre yeni bir ülkede sizi karşılarlar, saygı duyarlar, değer verirler ya da görmezden gelirler; işte o tek sermayeniz ‘geçmiş hikayeniz’dir. Filmde de öyle olur, ailenin geçmiş hikayesi onlara ülkede kabul görmeleri için onlara yardım eder.
Yasınızın farkında mısınız?
Aslında göç eden herkes bir yas taşır, fakat ilginç olan bu yaslarının farkında olmamaları ve bununla bir türlü yüzleşememeleri. Öncelikle yaslarının farkına varmalı sonra onu yaşamaya cesaret etmelidirler. Yas geride bırakılmış bir insan demek değildir sadece. Yas, soyut ve somut sayısız kayıplar sonrasında insanın yaşadığı psikolojik bir durumdur. İnkar-pazarlık-öfke depresyon ve kabullenme gibi iyileşme aşamalarına girebilmek için ilk önce yasın varlığı bilinmeli, dillendirilmeli ve yaşanmalıdır.
Filmde Kristi ikinci dilek hakkını orada tutunabilmek için kullandı. Sahip oldukları her şeyi bir E.T bebeğe yatırmışlardı ve kaybetmek üzereyken ikinci dilek hakkını kullandı. 1982 yılında çekilmiş bilimkurgu filminde geçen ve uzaydan gelen bir karakter olan ‘E.T bebek’ metafor olarak karşımıza çıkıyor. E.T de tıpkı göçmenler gibi başka gezegenden gelen bir yaratık. Zaten filmin başında yeni ülkeye girdiğinde “sanki başka bir gezegenden gelmiş gibiydik” diyor Kristi. İnsanlar aynı gezegende, ülkede, şehirde yaşasalar da aynı zihinsel atmosferde yaşamazlar. Bu nedenle göçmenler yeni geldikleri ülkede gerçekten uzaylı gibidirler. ‘Ciltleri yeni gezegen için biraz fazla hassastır’ . Tam bu dönemde oldukça ilginç bir karakter olan Meteo ile tanışırlar. O da bir göçmendir ve geldiği yerde asil ve zengin biridir. Ama şimdi biraz deli, kaçık ve ölmek üzere olan birini temsil eder. Hastalığı da kan yoluyla geçen bir hastalıktır.
Filmde ailenin geçirdiği üç aşama vardır. Tıpkı üç dilek hakkı olduğu gibi. Birincisi Frankie ile temsil edilen ailenin geçmişte bıraktığı kayıplarıdır. Bu kayıpların yasıyla henüz yüzleşmemişlerdir. Sanki bir yerden geri gelecekmiş gibi hep onu aramaktadırlar. Gerçekten de göçmenler ilk başlarda hep geri dönme hayalleriyle yaşarlar ve tıpkı bu ailenin Frankie’yi beklediği gibi bir mucize beklerler. Ama o mucizeyi beklemek onları ileriye bakmaktan geri alır. İkinci aşama Meteo’nun varoluş katmanıdır. Meteo göçmenlerin yeni geldikleri ülkedeki entegre olmadan önceki varoluşlarını temsil eden bir karakterdir. Duygusal, iyilik sever, yabancı, asil bir kan taşıyan ama kan ile geçen bir hastalık nedeniyle ölmesi kaçınılmaz olan biri… Üçüncü aşama ise ailenin yeni bebeğinin riskli doğumunun gerçekleştiği dönemdir. Yeni doğumdan hemen sonra Kristi ailesi için üçüncü ve son dileğini diler: Ailenin Frankie ile vedalaşması. ‘’Bırak beni Frankie, bırak beni geçmiş kayıplarım, artık yoluma gideyim…’’
Bunun nasıl olması gerektiği sorusunun cevabı aslında doğada gizlidir. İnsan bütün bir geçmiş hikayesini biyolojik olarak genlerinde, sosyokültürel olarak ise sosyokültürel genlerinde yanında getirir. Tıpkı biyolojik doğumda olduğu gibi sosyokültürel olarak yeni bir doğum gerçekleşebilmesi için sosyokültürel genlerimizin öncelikle bir Mayoz bölünme geçirmesi gerekir. Aslında istese de istemese de her göçmen bu bölünmeye uğrar. Kültürel genetik sarmalın biri açılır ki cinsiyet kromozomlarındaki gibi sayı yarıya düşsün. Bu bölünme genetik bilginin yarıya düşmesi değil, bir kopyasının ayrılmasıdır. Döllenme yani entegrasyon olması için yeni bir kültürel genetik sarmal ile buluşması gerekecektir. İşte böylece yeni bir doğum gerçekleşebilir. Eğer bu olmaz ise geriye tek bir şans kalıyor, mumyalama. Evet bazıları yeni bulundukları kültüre entegre olmayı bilinçli olarak reddederler. Ancak bedende de olduğu gibi kültürel bedenin yaşaması için geriye kalan tek yol kültürel mumyalaşmadır ki bunun gerçek bir yaşam olmadığı ortadadır. Elbette kromozom anomalileri, mutasyonlar, düşük ve ölü doğumlar ve doğum komplikasyon riskleri mevcuttur ama yeniden doğumun tek yolu bu riski almaktan geçer.
Bir Bülbül Matemi:
Sosyokültürel yasın nasıl yaşanabileceği konusunda bazı önermeler ve örneklemeler yapacak olursak, benim önerim yine sanattan faydalanmak şeklinde olacaktır. Bazı kayıplardan sonra insanların duygularını yaşayamaması ve acıdan kaçmak için duyguların tamamen bloke olması söz konusu olabiliyor. Ya da kayıplar sonrası kişilerin suçluluk, inkar, öfke gibi karmaşık duygulara saplanıp kalması da muhtemel. Belki de Mehmet Akif’in Bülbül şiirinde anlatılan matem, bir anlamda sanat yoluyla duyguların ifadesine iyi bir örnek. Akif, şiirde bülbüle ‘’Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem’’ diyerek kendi yasını yaşama ihtiyacını muhteşem bir etkileyicilikle ifade ediyor. Aslında sembolik olarak anlattığı bülbülün matemi tıpkı kendisi gibi ‘acıyı sanat ile ifade edişi’ temsil ediyor. Bülbül, sanatı aşkın ayrılık acısını ifade etmek için kullanmaya bir metafor. Aslında bülbül yas tutmanın en güzel yolunu bize gösteriyor. Akif bunu fark ederek her bülbülün yapageldiği, her aşığın da yapması gereken bir yası-bir matemi kendisi başarıyor. “Dönüp mâzîye tırmandım, ne hicranlar, neler andım!” diyerek yasını bir ‘Bülbül’ şiirine dönüştürüyor. Bu şiirin bestelenmiş halini verdiğim linkten dinlemenizi tavsiye ederim:
Unutmamalı her aşkın en temel ve nihai hedefi her açıdan yeni bir doğuştur.
29.12.2019 / Stocholm
Vedat Bilgiç