“Beden ve Ruh”, biri fiziksel, diğeri psikolojik sorunlara sahip iki insanın, ruhsal ve bedensel engellenmişliklerinin getirdiği ihtiyaçları ve arayışları rüya fenomeni üzerinden hikaye eden başarılı bir film.

Tam olmayan psikolojik ve fiziksel durumları, kahramanları tamamlanma arayışına iter. Zayıf taraflarından doğan karşıt enerji, yaşamlarının bir döneminde kendi(lik)lerini ve birbirlerini bulmaları konusunda yol gösterir ve itici güç olur.

Beden ve Ruh - On Body and Soul

Ruhsal veya bedensel zaaflar, fark edildiği ve kabullenildiği ölçüde kişide bütünlük arzusu ve çabası hissettirir. Ruh ile beden arasında böyle bir karar ve anlaşmaya varılması, kişiliği geliştirmek için bulunmaz fırsattır. Bu yönüyle zayıflıklarımız, saklanması veya yok sayılması gereken yanlarımız değil aksine tanımamız ve kendimize-gerçeğimize dahil etmemiz gereken parçalarımızdır.

Bazen bir arzunun, zaafın, kompleksin, yatkınlığın veya ihtiyacın (bilinçle) çözümlenmesi, ben’i-benliği (o konuda eksiksiz-kusursuz olandan) daha ileri, becerikli, şanslı ve kazançlı hale getirebilir. Yaşam kalitesini artırma ve anlamlı bir hayat sürmede başkalarından açık ara öne geçirebilir. Akla imkansız gibi görünen bu durum, hakikatte mümkündür. Film bu gerçeğe ışık tutuyor.

Endre olgun yaşında, dikkatli, meraklı, soğukkanlı bir insan. Bir kolunu kullanamıyor. Hayattan pek zevk almıyor bir hali var. Rutinde seyreden yaşamı, düzensiz-karmaşık iç ve dış dünyası (ruh evi) ona huzur vermiyor. Boşanmış bir adam ve tek başına yaşamakta zorlanıyor. Hayatını çok iyi organize edemiyor. İnsanlarla ilişkileri yüzeysel ve sınırlı. Duygusal ve arkadaşlık ilişkilerinde kalbi katılaşmaya başlamış, mağrur ve gizemli bir adam resmi çiziyor zihnimde. Kendindeki ve hayatındaki eksiğin-kusurun yalnızca bedeninde olduğuna inanmak istiyor gibi. O olsa her şey tamam olacak ve dünyası da iyileşecek sanki. Ne var ki psikolojik gereksinimlerimiz gözle görülmediği için, fark etmek, bilmek ve çare aramak da kolay yoldan olmuyor. Aslında hemen her insan, kendi içinde bir ahenge, bütünlüğe, ruhsal-zihinsel tamlığa, kemale ulaşmayı ister ve diler. Bu, daha çok bilinçdışı bir arayış ve çabadır.

Maria ise genç yaşlarında, saf-duru bir zihin-ruh taşıyan ve henüz bedeniyle bütünleşememiş, hayat yolculuğunda ağır ve emin adımlarla ilerleyen bir karakter. Ayna yardımıyla kendini ve bedenini tanımaya çalışır. Diğer insanları dikkatle gözlemler, dinler ve kendine çeki düzen verir. Duygusal ve fiziksel yakınlaşma korkusu taşır. Göz teması kurmaktan kaçınır. Dokunulmaya karşı özel bir hassasiyeti var. Kaygılandığı zamanlarda bir yerden destek almaya-tutunmaya ihtiyaç duyar. Mesafeli, çekingen, kuralcı, prensipli, takıntılı, dikkatli, temiz, titiz, hazır cevaptır (patavasızlıkları olur, gardını alır). Anormal şekilde gelişmiş bir hafızaya sahiptir. Geçmiş diyalogların içeriğini kronolojik sıra ile hatırlayabilir. Asosyal denebilecek derecede iletişim kurmakta zorlanır ve tepkisel davranır. Genellikle sosyal nezaket kurallarına uymaz, sosyal mesajları ve ipuçlarını yeterince okuyup algılayamaz. Planlı-programlı ve oldukça düzenli bir dünyası var. Aynı anda iki işe konsantre olamaz ve dikkati çok çabuk dağılır. Bir şeyler söylemek ve soruları cevaplamak için zamana ihtiyaç duyar, önce kafasında kurgulayıp sonra dile dökebilir. Sosyal hayatta ve kişiler arası ilişkilerdeki zayıflığı ve başarısızlığı onu zaman zaman üzer, ya anlaşılmaz yahutta yanlış anlaşılır ve girdiği ortamlarda kabul görmez. Kişilik özelliklerine bakıldığında Asperger sendromu taşıdığını, fiziksel temastan kaçınması ve ürkmesinden de travmatik bir öyküsü olabileceğini düşündürür.

Endre ve Maria’nın bu denli farklı karakter yapılarına sahip olmaları, birbirlerini fark etmelerini sağlar. Onlar aynı zamanda iş arkadaşıdır…

İş yerinde yaşanan bir olayın ardından tüm çalışanlara psikolojik test uygulanır. Terapist, her birinin yakın zamandaki (tekrarlayıcı) rüyalarını dinler. Test sırasında sorulan cinsel içerikli sorular ve rüyalar, çalışanlara saçma, tuhaf ve gereksiz gelir. İnsan hayatıyla ve psikolojisiyle ilgisi anlaşılmaz ve esprisi konusu olur. Terapist bu yolla sıradışı bir gerçeği de ortaya çıkarır. Endre ve Maria aynı içerikte rüyalar anlatmaktadırlar.

Endre: “Rüyada geyik olduğumu gördüm. Ormanda dolaştım durdum, dereden su içtim. Yanımda dişi bir geyik vardı. Ormanda dolaştık, ot aradık ama sadece sulu yapraklar bulduk, çıkartmak zorunda kaldık, sonra da su içtik. Su içerken burunlarımız birbirine değdi. Bir süredir her gece olduğu gibi… Aslında orası gerçekten acayip bir yerdi. Küçük yuvarlak bir gölet vardı. Daha önce öyle küçük bir gölet görmemiştim.”

Maria: “Çok açtım. Karı eşeliyordum ama hiçbir yerde yiyecek yoktu. Arkadaşım aramama yardımcı oldu. Karın altında kalın ve çok sulu bir yaprak buldum. Hepsini yememe izin verdi. Ben de yedim. Tadı kötü değildi ama mide bulandırıcıydı. Sonrasında kendimi tuhaf hissettim. Sonra dereye gittik. Burnu benimkine değdi. Su içerken burunlarımız birbirine değdi.”

“Su, susayanları arar” diyor Rumi. Birbirine yabancı bu iki insanı buluşturan ve bir araya getiren etken, benzer arayışlarıdır.

Varlık; madde mana, ışık gölge, karanlık aydınlık, uzaklık yakınlık, anlam hakikat, rüya gerçek, beden ruh, bilinç bilinçdışı gibi zıtlıklardan oluşur. İnsanın içinde de böyle zıtlıklar vardır ve insanın bir zenginliği de budur. Jung, yaşamda insanı harekete geçiren üç ilkeden söz eder. Bunların ilki karşıtlar/zıtlar ilkesidir. Buna göre ruhu gelişmemiş bir beden ve bedeni ile bütünleşmemiş bir ruh da eksik ve yarımdır.

“Psişik kökenli her şeyin de iki yüzü vardır. Bir yüz ileri bakar, diğeri ise geriye. Tüm yaşayan gerçeklikler gibi bu da ikircikli ve dolayısıyla semboliktir. Çok uzun süre çocuk kalmak çocukçadır. Ancak oradan uzaklaşmak ve sonra sırf biz görmediğimiz için çocukluğun artık var olmadığını düşünmek de bir o kadar çocukçadır. Çocuksu eğilimleri sürekli bastırmak, asıl kaynaktan daha fazla uzaklaşmaya ve içgüdü eksikliğine, içgüdüsel körlüğe ve günlük sosyal durumlarda yönelim bozukluğuna neden olur. Rüyalar bilinçdışıyla uzlaşma ve zıtların birleşimini oluşturmaya çalışırlar. Rüya bana ne tarz bir hata yaptığımı gösterirse davranışımı düzeltme fırsatı verir. (Jung)

Aynılığı öğrendiklerinde aralarındaki ilişki giderek derinleşir. Birbirlerine karşı güçlü bir merak duygusu meydana gelir. Bu gizemli durumdan bir anlam çıkarma arzuları doğar. Birbirleriyle daha fazla ilgilenmeye, dinlemeye, gözlemlemeye, yakınlaşmaya ve bağlanmaya başlarlar. Rüyalardaki benzerliği keşfettikçe artan heyecan ve nedensiz mutluluğa tanık olurlar. Sohbetleri çoğunlukla devam etmekte olan ortak rüyaları üzerinedir. Maria bir sabah uyandığında yüzünü güneşe-hakikate döner, ruhuna tarifsiz bir huzur ve sevinç dolar. Her zamanki odasına doğan güneş, bu kez ta içini ısıtır.

Maria ve Endre bundan sonra hakikatin (rüyalarının) peşine düşerler. Psikolojik ve kişisel bir gelişimin, dönüşümün eşiğinde olduklarını rüyalarından haber alırlar. Birey olarak her ikisi de kendi içlerinde (akıl ile kalbi, ruh ile bedeni, düşünce ile eylemi, rüya ile gerçeği birleştirecek şekilde) bütünlük sağlayamadıklarında tam/tamam olamayacaklarını anlarlar. Rüyaları onlara adeta rehber ve müjdeci olur.

Filmde bilinç düzeyindeki gerçek hayat ile bilinçdışındaki rüya yaşamı hikaye edilir. Rüyada-bilinçdışında açlık ve susuzluk gereksinimi, cinsellik ve açlık dürtülerini, gerçek yaşamda-bilinç düzeyinde anlam arayışlarını (anlaşma, bağlanma, paylaşma, olgunlaşma vb.) çağrıştırır. Bu bağlamda rüya için, dünyadaki paralel evrenimiz diyebiliriz. Oradaki işleyiş ve dil bambaşkadır…

Rüyada yürüyüşe çıkmak, hem bir değişim arayışı hem de değişim zinciridir.” (Jung)

İnsan ruhen özgürdür. Bu gerçek, rüya dili ile seyirciye sunuluyor. Evrensel insan sembollerinden olan geyik, mitolojik bir motiftir. İnsanın hayvani tarafını sembolize eder. Geyik aynı zamanda ilgili ve destekçi bir ruhun, yol arkadaşının, şekil değiştirmenin, aydınlanmanın, (boynuzlarıyla) hayat ağacının, ebediliğin, yeniden doğuşun, ruhsal-bedensel olarak büyümenin, ilerlemenin, kendini yenileyebilmenin ve gerçekleştirmenin, dönüşümün, bireyleşme yolunda bireyi dönüştürücü bölgeye ve gerçeğine sürükleyen ruhsal rehberin/doğaüstü yardımcının ve yol göstericiliğin sembolüdür. Değişime ve bütünlüğe giden adımların ve bireyleşme yolculuğunun işareti olduğu söylenebilir. Ormanda özgürce dolaşan geyikler, kendi ihtiyaçlarının peşindeler. Rüyalarda yan yana gelen iki yabancı, aklın, mantığın, komplekslerin, kanun ve kuralların olmadığı bir yerde, içgüdüsel şekilde hareket edebilirler. Orman, (deniz gibi) bilinçaltı yaşamı temsil ederken, göl-dere, ruhsal-psişik bütünlük çemberini, değişimi,can ve yaşam suyunu (ab-ı hayat), yaşam kaynağının pınarını, psişenin yaşama gücünün sembolünü, ruhsal enerjiyi (libido) temsil eder.

Maria bir yandan insan ilişkilerini iyileştirmekte, diğer yandan daha önce hiç tatmadığı tensel hazları tatmayı deneyimlemektedir. Örneğin, üzerine gelen su damlacıklarını hissetmek, pirincin, patates püresinin içine elini daldırmak, çimlere, hayvana, peluş oyuncağa, dokunmak, çevresini ve diğer insanları gözlemlemek, taklit etmek gibi. Evinde legolarla-tuzluklarla (sembolik nesnelerle) gün içerisinde kurduğu diyalogların tekrarını, ertesi gün yapacaklarının provasını yapar. Oyun terapisine benzer canlandırmalarla yaşamını pratik eder. Alışkanlıklarını kolay bırakamadığından, artık bir yetişkin olsa da Çocuk-Ergen psikoterapistine devam etmektedir. Terapistine Endre’den bahsederken, bu tarz konuları konuştuğu için dahi kendisini tuhaf hissettiğini söyler. (Yetişkin olmak konusunda kaygı ve korkuları vardır). Filmde geçen ve hepimiz için merak uyandıran soruyu sorar Maria: “İki insanın aynı rüyayı görmesi mümkün müdür? Yani rüyalarında buluşmaları?”

Terapisti, “sen akıllı bir kadınsın, üniversite mezunusun, bunu hiç anlamıyorum!” gibi bir cevapla onu geçiştirir. Rüyaların anlamı olduğuna inanmıyordur.

Oysa ruh bedenden ayrı olmayacağı gibi rüya da insanın gerçeğinden ayrı düşünülemez. Uzun yıllar rüyalarla ilgili bilimsel çalışmalar yapan ve bir psikoterapi yöntemi olarak rüyaları analiz eden Psikiyatrist Jung’a göre rüya, insanın varoluşunun ve gerçekliğinin bir parçasıdır. Kişinin gerçeğini yansıtır. “Psikolojik dengeleyiciler vardır. Rüya da bunlardan biridir. Rüyalar, bilinçdışının bakış açısıyla bilinci tamamlar ya da dengeler. Rüya, ruhun ihmal edilmiş ve gelişememiş yönlerini ödünleyerek denge sağlamaya çalışır. Rüyada bilinçdışının kendini dengeleyici özelliğini görürüz, rüyalar ayık durumu dengelerler. Rüyalar bastırılan, ihmal edilen ya da bilinmeyen her şeyi otomatik bir biçimde ortaya çıkararak psişenin kendini düzenlemesine katkıda bulunur. Doğal bir hayat yaşamaktan, ikna edici düşünme ve iradeyi kuvvetlendirmeden, bilinçdışının incelenmesine kadar rüyanın dengeleyici özelliği iyi bir destek sağlamaktadır.”

Rüyaların, “beklentisel, ahlaki, tamamlayıcı, dengeleyici, ayar verici, telafi edici, indirgeyici, yönlendirici, ileriye yönelik” gibi işlevleri olduğundan söz eder. Rüya; ayar verme, düzeltme, yapılandırma, bileştirme, hazırlama gibi amaçlarla, farklı veri ve bakış açılarını denkleştirir, karşılaştırır.

“Rüya sahibine anılar, içgörüler, deneyimler getirir. Kişiliğin bir bölümünün ihmal edilmesi, o bölümün normaldışı biçimde ortaya çıkmasına neden olur. Aklın önde gitmesi yani kişinin yönünü fazlasıyla akıl ile bulması, bireyleşme sürecini bozar. Akıl psişik yaşamın tek hakimi olduğunda rüya, bu tek taraflılığın, eksik beslenmenin, idealden sapmaların ya da bilinçli tutumun diğer kusurlarının ince bir ayarla dengelenmesini sağlar. Rüyanın amacı, bütünlüğünü yitiren kişinin bunu yeniden kazanmasına yardımcı olmak ve bir nevi psişeyi güçlendirerek ruhsal dağılmanın yaşanmasına karşı önlem almaktır. Rüya, kişilikte uyku halinde olan özellikleri uyandırır ve ilişkilerindeki bilinçdışı unsurları açığa çıkarır. Kişi böylece zenginleşir. Zihinsel ufku genişler. Rüya, yeni bakış açıları ve korkulan çıkmazın üstesinden gelmek için yeni yollar açığa çıkmasını sağlar.” (Jung)

Kahramanların hikayelerine baktığımızda aksamaları, sağlananamış bütünlüğü ve korunamamış dengeyi görebiliyoruz. Bir tarafı hesaba katmadan yaşamaya çalışırlarken, hayatlarını iyi koordine edemiyormuşçasına tek taraflı ve eksik götürürler. Rüyaları onlara ışığı gösterene dek…

Terapisti Maria’ya, “aslında sana yardımcı olabilecek başka bir şey de müzik, müzik aynı zamanda ruh halini de değiştirebilir” diye öneride bulunur. Rüyalara inanmaz ama sanatın iyi geleceğini söyler danışanına. Aslında sanat ve rüya aynı yerden, yani ruhun derinliklerinden gelir ve doğal olarak aynı kaynaktan (kişisel ve kolektif bilinçdışından) beslenirler. “Sanatın tarlası bilinçdışıdır. ‘Birincil düşünce’ bilinçdışı denilen bölgenin bir ürünüdür. Rüyalarda, akıl hastalarının hezeyan ve halüsinasyonlarında, çocukların hayatı algılamalarında karşılaşırız bu ‘birincil düşünce’yle. Bilinçdışı olan bu düşünüş biçimi şiirlerde bazen de resimlerde çıkar karşımıza. İkincil düşünce ise zihnimizin bizim kontrolümüzde olan bilinçli tarafında oluşur. Sanat eserleri ve psikiyatrik hastalıklar için, bilinçdışında birincil düşüncenin ürünü olduğu için aynı tarlanın ürünüdür denebilir.” Psikiyatrist Vedat Bilgiç

Günlük hayatta algıda seçiciliğin (Endre ve Maria’nın birbirlerini bulmaları) ve bazı içgüdüsel davranışların bir nedeni, bu ortak bilinçdışındaki anımsamalar, eğilimler, (sanatta ve rüyalardaki) imgelerdir. Rüyadaki semboller, kişide var olan yönelimleri, amaçları, çatışmaları, potansiyeli açığa çıkarır ve kişiye dair önemli ipuçları taşırlar.

Maria heyecanla gittiği müzik markette, “aşk müziği, aşık insanlar için müzik arıyorum” der. Saatlerce albüm dinler. Sonunda satıcı kendisinin beğendiği bir şarkıyı (Laura Marling-What He Wrote) önerir. Bütünlük arayışı, varlığını duyma isteği ve varoluş sancıları için çareler ararken, “aşk, rüya, müzik-sanat” gibi soyutvesembolik dünyadan ilham alır. Duygularını ifade etmenin bir yolunu daha öğrenir ve o gün müziği sevmeye, ihtiyaç hissederek dinlemeye başlar.

Endre Maria’yı çözmek ve duygu ve düşüncelerini anlamakta zorlanıyordur. İlişkilerinde anlaşmazlıklar yaşanır. Maria, duygularının karşılık görmediğini ve reddedildiğini düşündüğü-hissettiği bir gün, “keşke yerin dibine geçsem!” dediğimiz türden (ilkel bir savunma mekanizması ile) tepki gösterir. Duygusal ilişkilerde tecrübesiz olan Maria’nın, reddedilmeye karşı toleransı da oldukça düşüktür. Bununla baş etme yöntemlerini henüz bilemez. Çaresiz, tükenmiş, hayatında bir şeylerin değişeceğine, iyileşeceğine ümidi kalmaz halde, ölmeyi-yok olmayı arzu eder ve kendine zarar vermeye kalkar. Böyle bir kriz durumunda bile öncelikle işlerini bitirir, günlük rutinlerini tamamlar ve bir de sevdiği şarkıyı açar. Bir anda cd çaları arızalanır ve üzerine rüyadaşı-sevdiği adam Endre telefon eder. Maria adeta bir işaret bekler halde koşar. Bileğindeki acıyı unutup telefona cevap verirken Endre, içine ölecekmiş gibi bir his geldiğini kendisiyle paylaşır. Maria ile aralarındaki ruhsal-zihinsel bağın/bağlantının boyutunu, hayati bir anda, “bir” hissetmelerinden ve bir diğerinin psikolojik durumundan haberdar olmalarından anlarız. Dikkatimi çeken bir şey de, Maria’nın sol bileğini kesmesidir, tesadüf değil, bilinçdışı bir şekilde Endre ile benzeşme-özdeşleşme isteği denebilir. (Endre’nin sol kolu felçlidir).

Film, bir araya gelmenin, ruhsal ve bedensel olarak tamamlanmanın, yeni bir başlangıcın getirdiği huzur ve mutluluk ile sonlanır. Kahramanların yüzleri güler. Aynı evi ve hayatı paylaşmaya başlayan çiftin ortak rüyaları, tam da burada sona erer. Rüyalar görevini bitirmiş, ihtiyaçlar görülmüş, rüyadan uyanılmış, sır-gizem ortadan kalkmış, hakikatle yüzleşilmiş, bilinçlenilmiş ve resim tamamlanmıştır. Ne var ki insanın hayat yolculuğundaki arayışları, gelişimi ve düşleri hiç bitmeyecektir…

Düşler, ruhun yol gösteren sözleridir.” (Jung)

Filmin senaristi Ildiko Enyedi, film hakkında verdiği röportajda benzer noktalara değiniyor:

“Rüyalarımızda doğrudan aklımızın gizli katmanlarına uzanıyoruz. Burası aynı zamanda çok kişisel olan ile evrensel olanın buluştuğu yer. Her bir kişinin en önemli kişisel anlarının tüm insanlık tarafından paylaşılan deneyimlerin (çocuğunuzun doğumu, aşk, kendinizin veya sevdiklerinizin ölümü) aynısı olduğunun farkına vardığımda nasıl şaşıp kaldığımı İnsan hatırlıyorum. Bu bizim büyük egomuzu daha mütevazı yapmaya yardımcı olabilir. Maria, kapalı duygularını yalnızken bile özgür bırakamaz. Yakınlaşmaktan korkan Maria, sınırlı temaslar kuran bir dişi geyik ancak arzuları da o kadar ağır basmıştır ki, su içerken burnuyla erkek geyiğe temas etmekten kaçınamaz. Üstelik bu temas, maddi hayatında Endre ile kuracağı yakınlığı da belirler. Rüyaların izinde kavuşan iki karakter, birbirlerini tamamlayarak yeni bir hayata adım atarlar.”

Senarist söyleşinin sonunda yaptığı bir alıntı ile akıllara birer soru işareti bırakır, cevabı her birimizde farklıdır:

“… olmak istediğim ben’i gösteren rüya, olmak istemediğim bir ben ile sürdürdüğüm maddi hayattan yeğ midir?”

Hilal Özdemir Bulat

    Paylaş...