Burjuva Nevrozu

Çocuklarını ancak ölünce doğurabilen ebeveynler vardır. Ailenin merkezinde dururlar ve kendilerini çocuklarına adamışlardır. Kendini çocuklarına adayan ebeveynlerin bu tercihi göründüğü kadar fedakar bir seçim olmayabilir. Böyle ebeveynlerin çoğu çocuklarıyla toksik bir ilişki kurarlar. Ünlü İngiliz ressam Stefan Lowry’nin gerçek hayat hikayesini konu alan   ‘Bayan Lowry Ve Oğlu’ isimli film böyle bir ebeveyn-çocuk ilişkisini konu ederken sınıfsal çatışmaların psikolojisine de değiniyor. 

Bazı ebeveynler çocuğunun kendisinden ayrı biri olduğunu kabul etmeyerek, farkında olmadan onun varlığını reddeder. Yani kısaca eğer çocuğun kendine has özellikleriyle bir birey olarak var olması istenmiyorsa, aslında o çocuk reddediliyor ve istenmiyor demektir. Filmde annenin ‘hiç çocuk sahibi olmayı istememiştim’ demesi böyle bir reddedişin ipucunu veriyor. Bu tür annelerin çocukları onların sevgisini kazanabilmek ve varoluşlarına onay alabilmek için onun avatar bedeni haline gelmeyi kabul ederler ve kendilerine ihanet ederler. Ve çocuk var olabilmek için anne tarafından verilecek sevgi ve onay kırıntılarına zorunlu olarak bağımlı hale gelir. Filmde oğul Lowry annesinin hiç istemediği bir yoldan da olsa var olmaya çalışır.

‘Hepimizin içinde hapsolduğu bir resim vardır’ diyor filmde Stefan. Başkalarının bakışlarının çizdiği çerçevede bulunan bu resim annesinin resmi aslında… Adeta içinde hapsolduğu bu varoluşsal resmin çerçevesini yırtmak için belki kendi resmini çizmek zorunda kalıyor. İlginç şekilde annesi için yaptığı ve yıllardır duvarda asılı olan resmi annesi fark etmez, ta ki evlerine gelen bir ‘burjuva’ kadının bu resmi beğenmesine kadar. Ve oğlunun sadece o resimler gibi ‘burjuva’ resimler yapmasını arzular. Oysa Lowry şehrin kenar mahallelerini ve özellikle fabrika ve işçileri çizmeyi sevmektedir.

Filmin ana karakteri bayan Lowry, ayakları tutmadığı için yatağa bağımlı yaşlı bir kadındır. Bir zamanlar zengin bir semtte yaşamış ve eşinin ölümünden sonra kalan borçları nedeniyle şimdi bulundukları fakir semte yerleşmişlerdir. Lowry zengin semtlerden ayrılıp fabrikada çalışanların yaşadığı bir semtte hayatının geri kalanını yaşamak zorunda kalan biri. Filmde anne ve oğulun tüm hayatları boyunca hep birlikte olduklarını anlıyoruz. Ancak bu sevgiye dayalı bir birliktelikten çok bağımlı ve semiyotik (yapışık) bir ilişki.  Aslında anne için oğlu tam bir hayal kırıklığı, babasının da oğlunun da çok para kazanan bir adam olmasını istemiş ama ‘ikiniz de yetersizdiniz’ diyor anne. Ve oğlu çatı katında hiç kimsenin beğenmediği tuhaf resimler yapan bir kişi. Anne yaşadığı bu fabrikaların olduğu alt sınıfa ait mahalleden memnun değil ve bu yeri kendine yakıştıramıyor. Oysa kendisinin şehrin lüks ve pahalı mekanlarına layık biri olduğunu geçmiş yaşantılarını anarken hep söylüyor. Bu mahalledeki yaşamı küçümsüyor. İnsanların kıyafetleri, eşyaları, etiketleri onun için çok önemli. Aslında bir görgüsüzlük çeşidi sayılabilecek aşırı bir görgü takıntısı, üst sınıf düşkünlüğü hakim. Hayatın gerçek koşuşturması içinde çabalayan insanların durumu ona göre küçümsenecek bir şey. Oğlunun şehrin bu fabrikaya giden alt tabakasının resimlerini yapmasını hiç hazmedemiyor. Oğlunun resimlerini kimsenin beğenmediğini söyleyerek onun önünü kesmek istiyor. Tarzını küçümsüyor ve galerilerde göndermesini engelliyor. Resimlerini beğenmediğini çok incitici bir şekilde söylediği bir gün oğlu ona ‘’oysa bütün resimleri senin sevgini kazanmak için yaptım’’ diye itiraf edecektir. Ama bu itirafa rağmen anne resimlerini ona yakması gerektiğini söyler. Anne öldükten sonra resimlerin üzerindeki zincir kırılarak gün yüzüne çıkar, keşfedilir ve İngiltere’nin en tanınan ressamlarından biri olur Bayan Lowry’nin oğlu. Ama o zihinsel anlamda annesinden hiç doğamaz. Ülkenin en itibarlı iki sanat ödülü kendine verildiği halde bunları reddeder. Gerekçesini şöyle açıklar: ‘annem öldüğü için bir anlamı kalmadı’

Aslında filmin alt metninde anlatılan hikaye bireysel ve toplumsal psikodinamikleri anlamak için iyi bir fırsat sunuyor. İnsanların sınıfsal üstünlük çabaları, aidiyetleri veya ailelerini referans alan üstünlük arayışlarını ‘sosyal bir narsizm’ olarak adlandırılabilir sanıyorum. İnsanın kendisini diğer bir aileden, ırktan, sosyal sınıftan üstün görme ihtiyacı temelde bir yetersizlik hissinden doğar. Grupsal tanımlar çok çeşitli olsa da film bağlamında annenin yaşadığı sınıfsal huzursuzluğu ‘burjuva nevrozu’ diye adlandırmayı tercih ettim.

Burjuva kelimesinin anlamı ; köylü ya işçi sınıfına dahil olmayıp, sosyal statüsünü ve gücünü, eğitiminden, işveren konumundan ve zenginliğinden alan kentli kişi [1] olarak tanımlanır. Komünizmin bizlere hediye ettiği bu kavram ekonomik durum, eğitim düzeyi, ve şehirli yaşam şekillerine göre toplumun elit ve seçkin kesimini anlatmaktadır. 

Aslında bizim toplumda her alanda yaşanan bir çok olayın toplumun alt-orta sınıfının bir üst sınıfa çıkma çabasıyla ilgili olduğu düşünüyorum. 

Toplumda insanların fakında olmadan verdikleri mücadele aslında elit tabakadan olma, üst sınıfta atlama çabası. Hem ait olduğu aile ve sosyal çevre açısından hem ekonomik hem de eğitim ve kültür açısından avantajlı olan üst sınıfta olma çabası. Hatta Türkiye’deki sosyal ve siyasi gruplar da bu çabanın ürünlerindendir diye düşünüyorum. Çünkü Türkiye’de köylü-işçi-eğitimsiz ve dindar olmak proletarya sınıfına dahil olunduğu anlamına geliyordu. Çünkü Türkiye’de burjuva olmak yanı zamanda çağdaş değerlerin taşıyıcısı olmak ve dindar olmamak olarak tanımlanıyordu. Türkiye de bir de doğulu olmamak burjuvanın şartlarından birisi sayılabilir. İşin içine din, ideoloji ve ırksal farklılıklar da girince Türkiye’deki sınıfsal yapı sosyalizmde tanımlanan klasik anlamda bir sınıflamadan daha farklı bir boyut kazanacaktır. Bu da belki sosyo-kültürel burjuvazi/proletarya olarak tanımlanabilir. İşte bu sosyo-kültürel sınıf farkları arasında ilerlemek veya hayatta kalmak için sınıflar kendi içinde gruplaştılar. Aslında insanlar avcı-toplayıcı devirlerinden beri gruplaşıyorlar. Ama artık insanlığın geldiği bu gelişmişlik düzeyinde sosyal sınıfların olmadığı bir sistem inşa edemedik. Aslında bunun başarıldığı İskandinav ülkeleri refah seviyesinin en üstünde kalıyorlar. Sosyal adalet, eşitlik herkese eşit eğitim sağlık gibi şartların sunulması ile bu aşılabiliyor. İnsanların ya da grupların, kadınların, azınlıkların haklarının korunması… Kimsenin kimseden ayrıcalıklı, üstün ve özel olmaması. İşte bu sosyal açıdan sosyalist, ekonomik açıdan liberal pek çok açıdan kapitalizm ile sosyalizmin ortasını bulmayı başarmış sistemler gibi görünüyor.

Filme dönecek olursak metaforik anlamda annesi tarafından doğurulamamış bireyler olduğu gibi devletleri tarafından özgürleştirilmemiş toplumlar da vardır sonucuna ulaştım. Kutsal devlet ananın, otoriter rejimlerin çizdiği resme sıkışıp kalan bireyler, sosyal adalet ve özgürlükten mahrum kalınca o resmin içinden çıkmaya çerçeveyi kırmak için gruplaşarak çabalıyor. Bazı gruplar ise sevgi ve onay arayan bir çocuk gibi kendi resmini çizmeye çalışıp ortaya çıkınca kutsal ana onu yakmasını istiyor. Herkesin kendi çerçevesiz resmi içinde mutlu olduğu günler dileğiyle…

(1).wikipedia

Paylaş...