Hatırlatma Ne Olur

Müziğin Gücü

Sanat, açılan mesafeleri, kopan bağları, birbirinden uzak düşen zihinleri-ruhları bir araya getirmeye vesile olan bir nimet.

Sanat ve müzik deyince aklıma ilk gelen, annemdir. Hemşireydi ve aynı zamanda sanatçı ruhlu bir insandı. Edebiyata, şiire, yazıya ilgisi ve kabiliyeti vardı. Gençlik yıllarından itibaren sanatla ve özellikle müzikle iç içe olmuş, okul yıllarında halk oyunları oynamış, korolarda assolist olarak sahne almış. Ben bildim bileli de söz yazar, beste yapar, şarkılar söylerdi ve sesi çok güzeldi. Bir evlat için annesinin sesi kulağa elbette güzel ve eşsiz gelir ancak annem bu yeteneğiyle de girdiği ortamlarda takdir ve alkış alırdı. Son yıllarında ise Gemlik’te Türk sanat müziği korosuna katılmış, ud ve makam dersleri almıştı. Sanat müziği hayranıydı ve repertuarı çok zengindi.

Ergenlik dönemindeydim ve anne-kız olarak çokça çatıştığımız bir dönemdi. Bizi bir araya getiren ortak hobilerimiz iyi ki vardı; yazmak, el işi yapmak, birlikte dans etmek (onun kaseti misket oyun havası, benimkisi oryantaldi). Müzik ve radyo dinlemek (yerel bir Radyo’da programlar yaptık). Ve karşılıklı şarkılar söylemek…. O benim en sevdiğim şarkıları bilir bana söyler, ben de onun sevdiği şarkıları bilir ve ona söylerdim. Anne-kız saatlerine dönüşmeye başlamıştı birbirimize şarkılar söylememiz. Moralim bozuksa, kızgınsam, birisine kırılmışsam, bir dörtlük veya şarkı okuyarak teskin derdi beni. Sanatkar bir kadındı annem, her şart ve duruma uygun söyleyecek özlü sözü, dörtlüğü ya da şarkısı vardı. Duygu ve düşüncelerini, sitemlerini, beklentilerini sanatsal bir dille ifade etmede çok mahirdi. Bu sayede ortak ve sembolik bir dil geliştirmiştik. (Şimdi ben devam ettiriyorum bu geleneğimizi). Hemen aklıma gelenler:

Kaşın gözün şöyle dursun, nazın beni öldürecek!

Niçin baktın bana öyle?

Niye çattın attın kaşlarını?

Çatma kurban olayım çehreni, ey nazlı Hilal!

Gücendim sana…

Başımın tatlı belası!

Bir gülüşün var ki, kaş çatar gibi!
En güzel sözlerin, azarlar gibi!

Üzüldüğün şeye bak!..

Ağlama değmez hayat, bu göz yaşlarına…

Beterin beteri var, haline şükret dostum!..

Adaletin bu mu dünya?..

Boş vere, boş vere ne hale geldik!

Yalnız benim için, bak yeşil yeşil. (Babama)

Yeşil gözlü, kumral saçlı yarim, bana yeter. (Babam için yaptığı şarkısı)

Yorgunum dostlarım, yorgunum artık…

Annem vefat ettiğinde on yedi yaşındaydım. Onu ansızın kaybetmek, bende büyük bir sarsıntı yaptı. Öyle ki, bir kaç yıl “anne” kelimesini kullanamadım. Ölüm gerçeğini inkar etmek ve kabullenememekti benimkisi, belki de anneme (ruhsal/bedensel olarak kendisini yormuş ve yıpratmış olmasına, sağlığına çok da dikkat etmemesine) kızgınlık duyarak gösterebildiğim bir psikolojik savunma şekliydi. Aldığım terapiler ve “zaman” ilacının da etkisiyle onunla ilgili tüm güzel hatıraları, yüzümü güldüren anıları, ortak özelliklerimizi daha fazla hatırıma getirmeye, dillendirmeye ve bilinç düzeyine çıkarmaya başladım. Bu sayede aslında ne kadar da benzer yönlerimizin olduğunu farkettim.

Şimdilerde sanatla, müzikle uğraşım, hem genetik yatkınlığın neticesi, hem de bir kız evladın anne ile olan bağını kuvvetli tutabilme çabası sanırım. Onun sesi-soluğu olmak, yarım kalan hikayesini, hayallerini devam ettirebilmek, böylelikle anılarımızı da hep taze tutmak arzusu muhtemelen.

Ben, annemin erken vefat nedenini yılların yorgunluğuna verirken, kırk üç yaşına dek onu hayatta başarılı, kendine yeterli, yaşama sevinci ile dopdolu ve güçlü şekilde ayakta tutan kaynağın da aslında, yetenekleri, hobileri, bilhassa sanata olan sevgisi/tutkusu olabileceğini gözden kaçırmıştım. Bu anlamda farkındalığım arttıkça sanatla uğraşmak bana da iyi geldi.

Şu da var ki bir evlat için elde edilen başarı, takdir, alkış, anne-babadan gelmedikçe yeteri kadar tatmin edici olmuyor ve sanki hep bir şeyler eksik kalıyor. Annem görsün veya görmesin ben onun sevdiği, istediği, mutlu olduğu şeylerle uğraştıkça daha iyi ve ona yakın hissediyorum. Bu nedenle sanatın benim hayatımda da her zaman var olacağı niyeti, ümidi ve gayreti içindeyim. Sanattan kopmam ve uzak kalmam demek, annemden/köklerimden de uzaklaşmam demek gibi. Böyle bir duygu ve düşünceyi taşıyanların az sayıda olmadığına inanıyorum. Anne-babadan başlayarak genetik geçiş ve kolektif bilinçdışı ile bize aktarılan değerleri, kültür ve alışkanlıkları, yetenekleri ve potansiyelleri bilmek/tanımak, var olan cevheri işlemek, kişinin kendi gerçeğini bulması, bağları/kökleri ve geçmiş hikayesiyle barışması ve kök salması için de zaruri bir ihtiyaç…

Ebeveynin çocuklarının yetenekleri konusunda onları cesaretlendirmesi de önemli. Bu konuda kendimi şanslı görüyorum.

Kendisiyle gurur duyulan, ardından hayırla yad edilen, yetenekleri taklit edilen, hikayesi, idealleri sürdürülen birer anne-baba olmak belki de her yetişkinin hayali ve hedefi. Ebeveynlerinin kendileri hakkındaki beklentilerini, hayallerini ya da ideallerini (iyi bir insan olmak, insanlığa faydalı olmak, güzel bir eğitim almak, mesleğini severek yapmak vb.) gerçekleştirmek de biz çocukların hayali. Annem şahit olamasa da ben bunları elimden geldiğince başarmaya çalıştım. Hatıralarımızı canlı tutmak adına yapabildiklerimle ve sanatın, birleştiren, bağları kuvvetlendiren, ilişkileri ve iletişimi iyileştiren, ruhu doyuran ve insanın yaşam serüvenini güzelleştiren etkisini görüp değerini bilmek ile…

Yazımı “Memento” adlı sinema filminde geçen anlamlı bir cümle ile beraber noktalamak isterim: “Hepimizin bize kim olduğumuzu hatırlatacak hatıralara/aynalara ihtiyacı var.”


Kim olduğunu bilmek ve aidiyetini kabullenmek insan için temel bir ihtiyaç. Bu yüzden geçmişimizle olan bağları korumak, ortak hayalleri, planları, hobileri görmek, yeteneklerimizi geliştirmek, birlikte güzel anılar biriktirmek, ardından anımsamak ve konuşmakla, hatıraları taptaze tutmaya ihtiyacımız var. Bunları yapmak, bize içsel bir tatmin ve huzur verirken, ruhumuzu da iyileştirecek…

Görsel: Hilal Özdemir Bulat

Paylaş...