Pulitzer ödüllü fotoğraf karelerine bakınca ruhta nasıl derin bir etki bıraktığını birçoğumuz fark etmiştir. Bir resim, bir fotoğraf, bir kare nasıl oluyor da böyle etkiler bırakabiliyor. O bir karenin sırrı ne ola ki insan ruhuna böyle dokunuyor? İnsanının yeryüzündeki ego çatışmasını resmettiği için mi, yoksa anlattığı hikâye hepimizin ortak hikayesiyle çakıştığı için mi tesir ediyor bize? Fotoğraf sanatının büyüsünü biraz olsun anlamak için konuyu psikoloji perspektifinden analiz etmenin fayda vereceğini düşünüyorum.
İnsanın ‘ego’ yani ‘benlik’ yapısı ile fotoğraf sanatı arasında bazı yapısal benzerlikler olduğunu söylemek yanlış olmaz. Benliği bir çerçeveye benzetebiliriz. Ego, insanın sonsuz varlık evreninde kendi hayali sınırlarını çizdiği bir çerçeveye benzer. Yani benlik bir varsayımdır ve bu varsayılan sınırların içindeki yapıya ego denir. Sonsuz olaylar ve sonsuz hayat içinde çizilen bu benlik çerçevesi insanın varlığı gördüğü yegâne penceresi olur. Uzak ve yakın artık bu çerçevenin durduğu yere göre belirir. İyi ve kötü, doğru ve yanlış da. İşte bu çerçeveden kıyas ile bakan bir bakışa, yakındaki bir sokak lambası uzaktaki bir yıldızdan daha parlak görünür. Benlik, sonsuzluğun içinden kendine hayali sınırlar çizerek kendini tanımlarken sonsuzluktan bir parça kopartarak bu benim (alanım) der.
Fotoğraftaki bir görüntü de mekân-zaman-olay evreninin sonsuzluğundan kopartılmış bir benlik parçası gibidir. Kendi kimliği ve öznelliği vardır. Sonsuz zamanın çerçevelenmiş parçasına ise ‘an’ denir ki bu fotoğraf karesinin barındırdığı sonsuzluk parçasıdır. İşte, bu ‘an’ çerçevesinin içinde, ‘mekân’ sahnesinde, bir ‘olay’ olmaktadır ve hikâye tam da buradadır. Bu nedenle her fotoğrafın veya her resmin bize anlattığı hikâye ne kadar güçlü ise üzerimizdeki tesiri de o kadar fazla olur. Bir melodiyi analiz ederek ondan bir his devşiren beynimiz, bir resme bakarken de onun hikayesini algılar. Ancak bilincimiz çoğu zaman fotoğraf karelerinin hikayesinin farkında değildir. Bazen hiç hikayesi yok sandığımız bir manzara resminin bile bizde olumlu ya da olumsuz duygular oluşturmasının nedeni resmin içindeki gizli hikayesi nedeniyledir.
Dış hikâyeden başka resmin çerçevesi içinde sanatçının niyet ve ihtiyacı da saklar. Hepimiz, hayatı farklı şekillerde hikâye ettiğimiz bir “iç hikâye”ye sahibiz. Bana bir cümlede insanı nasıl tanımlarsın diye sorsalar, cevap olarak; ‘insan gördüğüdür’ derdim. Yani hikâyeyi belirleyen insanın sadece bakış açısı değil, aynı zamanda bakış amacı ve gördüğünü yorumlama şeklidir. Belgesellerdeki vahşi hayatı yorumlayan yönetmenin, neye odaklandığı ve olayları hangi açıdan gördüğüdür hikâyeyi belirleyen. Tıpkı belgeselcinin kamerası gibi fotoğrafçının kadrajı da nesnelerin hikayesini yeniden yazar. Yani bakma-görme-algılama pasif bir eylem değil aksine aktif bir ‘yeniden var edim’dir. Bir sanatçının eserine bakarken gördüğümüz eserden çok sanatçının gözüdür.
Dış dünyayı algılamada kullandığımız aynı merceği kendimize bakışımızda da kullanırız ancak bunun için bir aynaya ihtiyaç duyarız. Pencerenin çerçevesinden dışarı bakarken eğer kendi odamızın ışığı dışarıdan daha yüksek ise pencere bir aynaya dönüşür. Çoğu zaman kendi odamızda dönen hikâyenin dışarıda olduğunu sanmamızın nedeni bu iç yansımanın oluşturduğu illüzyondur. Yani, demem o ki çerçeve ister dışı göstersin ister içi, hep aynı çerçevedir. Başkalarını tarttığımız teraziyle kendimizi de tartarız. Kendimize esnediğimiz kadar başkalarına tolerans gösteririz. Kendimize baktığımız yerden seyrederiz alemi. Unutmamak gerekir ki bu dünya bir seyrangâh hepimiz aynı manzaraya bakıyoruz. Ancak çerçevemiz farklı, durduğumuz yer ve bakış açımız da. Gördüklerimiz arasındaki farkın nedeni bu. Çünkü niyetlerimiz ve ihtiyaçlarımız ayrı ayrı. Cihazlarımız ve lenslerimiz üç aşağı beş yukarı aynı olsa da hepimiz farklı hikayeleri görüp farklı resimlerle döneceğiz evimize.
İşte çerçevenin büyüsü bu sırda gizli…
Görsel: Vedat Bilgiç