Dr. Vedat Bilgiç’in sunumunu yaptığı “Semptomların Sembol Dili ve Terapide Sanat/2016” adlı seminerden alıntı.
Erich Fromm 1951 yılında kitap haline getirdiği “Unutulan dil; rüyaların, masalların ve mitlerin anlaşılmasına giriş” adlı eserinde insanlık tarihinin geliştirdiği tek ortak dilin, sembol dilini olduğunu söyler.
Sembol dili, bizim kültürümüzde kuş dili diye geçer. Yunus der ki, “Süleyman kuş dilini bilir derler; bir Süleyman var Süleyman’dan içeri.” Yunus bunu bir yerde daha kullanır: “Bir ben var bende, benden içeri.”
Bilinçdışının keşfinin 20. yüzyılın en önemli buluşlarından olduğu söylenir. Bunu söylemek herhalde Yunus’a (ve Mevlana’ya) haksızlık olur. Çok net bir şekilde, “Bir ben var bende, benden içeri” diyerek “içimizdeki öteki”ye, Hz. Süleyman’ın da bilinçdışına yani o “kuş dili” bilen tarafımıza gönderme yapar.
Dünyanın neresine giderseniz gidin insanın gülmesi, ağlaması, davranışları, beden dili, hal dili insanlığın geliştirdiği tek “ortak dil”dir, bu da “evrensel dil”in göstergelerinden biridir.
İnsanın dış baskılardan ayrıldığı ve gerçekten özgür olduğu yerin uyku olduğu söylenir. Hastalar uykuda panik atak geçirdiklerini söylerler. Bir insan uykuda neden panik atak geçirir? Çünkü uykudayken bütün savunma sistemleri devre dışı kalır ve bilinçdışı aktif hale gelir. Muhtemelen bir rüya görüyordur her ne kadar hatırlamasa da. Tabii ki bunun nörobiyolojik karşılığı da vardır. Normalde panik atağı bir tehdit karşısında geçirmesini bekleriz. Ancak rüyalarda bilinçdışı aktif hale geldiğinden panik ataklar ortaya çıkabiliyor.
Bilinç, çoğu zaman gerçeği örter. Savunma mekanizmalarının sebebi de budur. Hatta bir çok “hastalık” da aslında savunma mekanizması görevi yapar.
Uyku konusuna girmemin sebebi rüyalardı. Rüyalar bizim bilinçdışı filtreleme mekanizmalarımızın ortadan kalktığı bir dönem/anlar olduğu için şuuraltının tam anlamıyla kendini rahatça ortaya koyduğu ve bunu yaparken de muazzam bir sembolizm kullandığı yapılardır. Rüyalardaki mantık örgüsüne, sembolizme baktığım zaman, sinema ve senaryo ile uğraşan biri olarak o senariste hayran kalıyorum. İnsan beyninin böyle bir aktivite ortaya koyması ve böylesi bir sembolizm kullanması (çocuktan, hiç eğitim almamış bir insana kadar) çok etkileyici gelmiştir. Rüya denen evrende kim olursak olalım, hangi rolü oynarsak oynayalım, o evrenin adeta bütün doneleri bizden çıkmıştır. İnsan egosunu bir küreye, bir gezegene benzetirsek oradaki ağaç da, insan da o gezegenin taşından toprağından mineralinden olduğu gibi rüyalarımızdaki her bir nesne de aslında bizim “anlam dünyamızın ve bilinçdışımızın” malzemelerinden üretildiğini hatırlatmakta fayda var. O yüzden ne görürsek görelim her bir sembolik durumun, olayın ya da nesnenin bir anlamda bizden parçalar içerir.
E. Fromm, bilincin tüm dış baskılardan ayrıldığı uykuda uyanık hale oranla daha gerçekçi ve özgür olduğunu söyler. Bilinçli durumdayken bastırdığımız ya da duyup/görmek istediğimiz bir çok şey rüyalar aracılığıyla dile gelip karşımıza dikilir. Fromm’a göre uyku, yalnızca bir dinlenme aracı değildir. Uyanık halimizden her türlü zihinsel ve ruhsal etkinlik, doğrudan rüyaya yansır. Kesin olan tek şey; rüyamızda hangi rolü oynarsak oynayalım o rolün yaratıcısı biziz, o bizim rüyamız ve biz onların sahibiyiz.
Sembol dilinin özelliklerini kavrayabilmiş bir insan, bu tecrübe ve hatıralarla müthiş bir buluşu gerçekleştirebilir. Bu buluş ise şudur: insanlık tarihinin en eski eserlerinden olan mitlerle, günlük yaşantımızın ürünleri olan rüyalar, birbiriyle şaşırtıcı bir benzerlik gösterirler. Günümüz insanı mitler ve masallara gereken değeri vermeyip, onları bir tecrübe ve hatıra hazinesi olarak görmeyi unutmuşlardır.
Masalları, efsaneleri “insanlığın ilk dönemlerindeki gelişmemiş beyin yapılarının ürünleri” olarak görenlere şiddetle karşı çıkan E. Fromm şöyle der: Mitler ve masallar, kendilerini sembol dili aracılığı ile ifade eden, geçmiş zaman bilgelikleri ve özdeyişlerdir. Eğer semboller başlı başına bir dilse ve gerçekten insanlığın geliştirildiği tek evrensel dili olma özelliği taşıyorsa, amacımız onu yorumlamak değil bütünüyle ele almak olmalıdır. Çünkü yapay olarak üretilmiş gizli bir kod yoktur. Sembolleri anlayabilmek, işi ruhsal bozuklukları ortadan kaldırmak olan psikoterapiler ile de sınırlı değildir.
Çevremizin bize zorla giydirdiği kıyafeti uykuda üstümüzden çekip atarız. Belki de ürkütücü gibi gelebilecek bir özgürlüğün farkına varırız.
“Yorumlanmamış bir rüya, okunmamış mektuba benzer.” Talmud’un bu sözü bana S. Freud’un “Müzik, şifresi çözülmemiş bir metindir” sözünü hatırlatır. Müzik de aynı zamanda bir sembol dilidir. Gerçek bir metindir. Bu anlamda yorumlanmamış rüya da bir “sanat eseri”dir ve “okunmamış bir mektuba” benzer. Yapay bir üretme yoktur ortada.
Rüyalarımızın çoğu ortak bir özelliğe sahiptir, uyanık halimizin en büyük özelliği olan mantık kurallarına uymazlar. Ben sinemayı rüyalara çok benzetirim. Senaryo eğitimi alırken hocamız şunu sormuştu: resmin malzemesi ışıktır, renktir. Edebiyatın malzemesi sözdür. Ya sinemanın malzemesi nedir? Sinema ne üzerinde işçilik yapar ve ne üzerinde eklemeler, kesmeler, biçmeler yapar? Sinemanın felsefesiyle ve sinema ile uğraşan insanlar çok önemli bir şey bulmuşlardır, “sinemanın malzemesi zaman”dır. Sinema zamanı büker. Zamanı bir araya getirir. Zamanda ilerler. Zaman parçalarını bir araya getirerek bunu yapar. İşte rüyada da bu zaman algısındaki değişiklikler, zamanda yolculuk, bilinçdışının coğrafyasında adeta tayy-ı mekan, bast-ı zaman yaptırdığından birer zaman makinesi gibidir rüyalar.
Rüyada uzay-zaman kategorileri geçersizdir. Ölmüş kişiler karşımıza gelir, onlarla konuşuruz, Hz. Süleyman’ın kıssalarında da anlatıldığı gibi, uzak bir yere bir anda gideriz, anında bir sahne başka bir şeye dönüşür ya da eskiden başımızdan geçen ve unutmuş olduğumuz olaylar birdenbire gözümüzün önünde canlanabilir. Rüyada farklı yerde aynı anda bulunmak, iki değişik insanı bir insan olarak görmek veya bir insanı ansızın başka bir insana dönüştürmek bizim için hiç de zor değildir. Zamanda uzayın kaybolduğu bir dünyayı, rüyalarımızda yaratmak kolaydır. Buradaki sembolizmi anlamamız, çözmemiz gerekir, tıpkı evrensel sembolik dil gibi.
Bu kadar sembollerden bahsetmemin sebebi, symbol (sembol) de, symptom (semptom) da aynı kökten geldiğini hatırlatmaktı. İkisi de “sym” kökünden gelir. Kişisel tecrübeler, hisler, düşünceler, çevremizde oluşan olaylar ve bunların algılanması vardır sembollerin temelinde. Ve bu dilin mantığında önemli olan zaman ve uzay değildir. Gün boyu kullandığımız konuşma dilinden çok farklı bir mantığa sahiptir. Yoğunluk, anlam ve çağrışım önemlidir. Sembol dili insanların geliştirdiği tek evrensel dildir ve tarihin akışı içinde oluşan tüm kültürler için aynıdır. Semboller de, semptomlar ile (ve rüyalarla) aynı kökten geldiği gibi, Freud’un tabiriyle “birincil düşünme ürünü” oldukları için, sanatın, rüyaların ve hastalıkların sembol dili aynı yerden beslenir.
“Sym” iki ucun birleşmesi anlamına gelir. Antik Yunanda anlaşma yapmak amacıyla, bir tane kil tabletini (kendine has bir kenar bütünlüğü olan) ikiye böler, daha sonra anlaşma yapan kişiler bu kil kaplarını bir araya getirdiklerinde adeta “anahtar kilidi açmış gibi” o anlaşmanın bir karşılığı olur.
Buna yunancada “sembol” deniyor, “semptom” kelimesi de oradan kaynaklanıyor.
Hastanın psikiyatrik semptomları, hezeyanları da aslında bir uzlaşma arayışı için vardır. Hasta, “uzaylılar beynime bir çip yerleştirdi” derken, amacı bir köprü kurmaktır. Kendi anlam dünyası ile dış dünyanın gerçekliği arasında bir köprü kurmak istiyor.
Aslında her bir (psikiyatrik) hasta, bir hikaye anlatıcısıdır. Hikayesini anlatır bize. “Uzaylılar beynime çip yerleştiriyor” diyen hasta yalan söylemez, gerçektir. En az Shakespeare’in romanları kadar gerçektir. Shakespeare oyunları, Dostoyevski’nin romanları gerçektir. O karakterler her gün aramızda dolaşıyorlar. Tıpkı bunun gibi hastanın semptomları da bir hikaye anlatmadır. Ve dehadan deliye, çocuktan yaşlıya kadar herkes hikaye anlatır. Ancak hasta kendi anlam dünyasını hikayeleştirirken bu semptom dilini/sembolü kullanır. Biz ona ‘hezeyan’ deriz. Hasta aslında beynindeki asimetriyi ve kendi bilinçdışından gelen sesleri, ses olarak algıladığını, beynindeki talamik filtreleme mekanizmasının bozulduğunu anlatamadığı için, dış dünyadaki verileri ve algıları kendine yabancı algıladığı için bunu söylüyordur elbette. Bu, bizim hikaye edişimiz. Hasta da hikaye eder anlatırken. Hepimizin hikaye etme biçimi, bu farkı belirliyor.
Hikayeler gerçekten çok önemli. Her insan kendi hikayesini anlatır, hikayeyi okumak gerek. Anlatılan hikayeler ve hikaye etme mantığı da yine bilinçdışıyla alakalı. Hasta gerçeği bilerek çarpıtmıyor. Kendi algılarıyla, kendi savunma mekanizmalarıyla, bilinçdışı redleriyle oluşturduğu bir gerçeklik var.
Hikaye etmedeki esas amaç nedir? Mesela şizofrenler neden susmazlar veya sürekli “beni takip ediyorlar” derler? Dehalar da susmazlar, bilim adamları da, sanatçılar da… Herkes hikaye(sini) anlatmak ister.
Kendi şuur altındaki gerçekliğin, dış dünya ile arasındaki farkı sezen herkes, bu açığı kapatmaya çalışır.
Hatta yaratıcılığın da böyle olduğu, “psikopatoloji ile yaratıcılık” arasındaki benzerliğin de buradan kaynaklandığı söylenir.
İnsan, dış dünyanın “kendi gördüğü” olmadığını farkettiğinde, hikaye anlatmaya başlar.
Trumbo filmi senaristlere yapılan baskıyı anlatır, kominizm propagandası yaptığı için senaristin işlerine son verilir. Senarist ise gizli ve başka isimlerle yazar ve iki kez oscar alır. O yüzden herkes filmlere, hikayelere çokça odaklanmıştır. Kuran-ı Kerim de hikayeler anlatır.
Filmler de bize hikayelerle mesajlar verir.
Hikayeleri anlatanlar, toplumları yönlendirirler. O yüzden televizyonda sadece dizilerde, sinemalarda değil, haberlerde, tartışma programlarında herkes hikaye anlatma derdindedir.
“Sanat” bu anlamda da önemlidir. Biz de bunu terapide nasıl kullanacağımıza bakarız.
İnsan beyninin semantik/anlamsal bir de nörobiyolojik tarafı vardır ve bu ikisi arasındaki bütünlükten oluşur.
Psikoterapiler, insan beyninin “anlamsal” tarafındaki yazılımı düzeltirken, ilaçlar ve nörobiyolojik müdahaleler ya da yaşam şekilleri ise insanın “maddesel” tarafını düzeltiyor.
“Ruhun iki yakası” ismini verdiğim kitabımda “iki yaka”, anlam dünyası ile madde dünyası arasında tek köprünün ‘insan beyni’ olmasından dolayıdır.
İki yakası olan insan ruhuna ve İstanbul’a gönderme yapmıştım o kitapta. Soyutu somuta, somutu soyuta çeviren başka bir aygıt var mıdır insan beyninden başka? Düşünceyi, anlamı maddeye dönüştüren “bir sanatçı gibi, mimar gibi.” Yazı yazmak da böyledir. “Biz ona yazmayı öğrettik” ayetindeki gibi. Okumaksa bunun tersidir, maddeler ve nesneler alemindeki anlamları/manaları ortaya çıkartmak da “okumak”tır. Yaptığımız film okumaları, fotoğraf okumaları, kitap okumaları gibi.
İşte bu “ruhun iki yakası arasında” ortaya çıkar psikiyatrik semptomlar. Ve yüzden, iki ucun birleştiği bir yerdir, semboldür, semptomlar.
Sembol de, semptom da iki yakayı birleştiriyor. Her ikisinin de görevi köprü kurmak ve iki yakayı/ucu birleştirmektir. Psikosomatik yakınmalar, otoimmun hastalıklar, konversiyon hastalıklar, kanser hastalıkları, deri hastalıkları ve artık neredeyse bütün hastalıklar birer semptom ve birer semboldür aslında.
Doğudaki geleneksel tıp, bedenden daha çok ruhu ele alır. Hep bir akışkanlık, çakra açma vs. ile uğraşır ve aslında ruhumuzdaki tıkanan gözenekleri açmaya çalışır. Geleneksel tıp yöntemlerindeki çoğu uygulamanın psikosomatik hastalıklara müdahale için, bizde “anlam dönüşümü” yapmayı hedeflediğini düşünüyorum. Çünkü bu anlamda yeterli gelişme olmadığı için ve hastalıkların da bir ruhsal boyutu olduğu için bunu hedef almıştır. Hastalıkların ruhsal tarafını ele almanın, bedenle uğraşmak kadar önemli olduğunu düşünüyorum, sadece psikosomatik hastalıklar için değil, akla gelebilecek her türlü hastalık için. Artık psikiyatrinin de ayrı bir branş olmak yerine, psikiyatri ile birlikte çalışılması gerektiğini düşünüyorum. Kardiyopsikoloji, dermapsikoloji gibi… her branşa ait bir psikoloji alanı açılması gerekiyor. Acile gidenlerin ya da dahiliyeye, kardiyolojiye, dermatolojiye gidenlerin yüzde kaçının hastalığının kaynağı psikiyatriktir bakmak gerek. Endokrinolojiye, romatolojiye gidenlerin neredeyse hepsi… Yani semptomlar psikiyatriyle ve psikosomatik belirtilerle ilişkili bir haldedir. Bir de bunun uzun vadeli sonuçları var, kişilik özellikleri (kişilik bozuklukları) gibi. Semptomlar kişilik özelliklerini de ele verir. Kalp hastalıklarından tutun da, dermatoloji, endokrinolojiye kadar… Doğu tıbbı, geleneksel tıp, insan ruhunu hedefler ancak bu da en az “biyotıp” kadar yani insanın “bedenini hedefleyen tıp” kadar önemlidir. Modern zamanlarda biyotıp çok ön plana çıktığı ve insan ruhu ihmal edildiği için ortada bir sürü şarlatanlar dolaşıyor. Çünkü hekimler, hastanın ruhuna dokunamayabiliyor, hastayı bir nesne ve makine gibi ele alabiliyorlar maalesef… Bu benim kişisel ve ‘kendimize yönelik’ bir eleştirim.
Oysa hasta, bir insan… Parçası bozulmuş bir makine değil, bir ruhu var. Ruhu, yani insanın “psişesi”ni hesaba katmadan yapılan müdahaleler elbetteki yarım kalıyor. Şarlatanlara olan ilginin bir sebebi de bence budur.
Fobiler üzerine bir belgeselde çiçek fobisi olan insan olmadığı söyleniyordu. Bu belgeselde İngiltere ve Avrupa ülkelerinde fare fobisinin en yaygın fobiler arasında olduğu belirtiliyordu. Peki neden Avrupalılar’da çiçek fobisi görülmez de fare fobisi yaygındır? Belgeselde bu konuda görüşü alınan psikologlar şöyle diyordu: Bunu nedeni muhtemelen Avrupa’da orta çağda yaşanan veba salgınlarıdır. Veba salgınından dolayı İngiltere’de bir zamanlar nüfusun %40’ı ölmüştü. Demek ki bazı olaylar kolektif bilinçdışımızda birikip fobi olarak kalabiliyor.
Jung’a göre bir insanın yılandan ya da karanlıktan korkması için yılanla karşılaşmış ya da karanlıkta kalmış olması gerekmez. Yılandan ya da karanlıktan korkma eğilimleri, atalarımızın kuşaklar boyu yaşantıları sonucu bize aktarılmış ve beyin dokumuza işlenmiştir. (Geçtan, 2000)
Freud’a göre bir rahatsızlık belirtisi eskiden beri sağlıklı, normal şekilde gerçekleşmesi gereken bir fizyolojik işlevde görülen aksaklık sonucu ortaya çıkan patolojik durum olarak görülürdü. Sağlıklı işleyen süreçler, bir dış etkenin (enfeksiyon, travma, kanser vb.) araya girmesiyle eskisi gibi normal işleyemiyor ve ortaya ağrılı, sancılı, şekil bozukluğu içeren bir görüntü çıkıyordu. Tıbbi anlamıyla semptom “patolojik fazla” idi ve doğrudan bu fazlaya yönelik tedavi (semptomatik tedavi) ile giderilmesi gerekiyordu. Oysa Freud’un ruhsal tıbbında semptom, fiziksel tıptan farklı “patolojik fazlalık” olarak ele alınmıyordu.
Ama bir çok semptom var ki, aslında sorun çözmeye çalışıyor (yani fazlalık veya atık değil) Mesela ateşin yükselmesi ya da ağrılar… Yapmaya çalıştığı şey hastayı yaşatmaktır. Hastalık, aslında yaşatmak için vardır. Kompanse/telafi etmek için vardır. Şöyle bir söz vardır bizde, “insan hastalıktan ölmez, ecelinden ölür” diye. Her hastalık, bir anlamda “savunma mekanizması”nın bir parçasıdır.
Lacan arzunun, “kayıp nesne” (obje petit a) peşine düşülmesi ile bağlantılı olduğunu söyler. Böylece esasen doyurulması imkansız arzunun peşinden hep “tatmin olacağımız” sanısı ile gideriz. Arzunun çevrede bulunan, “kayıp nesne” ile eşleştiği sanısı uyandıran ikameleri bularak bağlanmaya çalışması sonucu hayatımız dramatik bir hale dönüşür. Arzunun nihayetinde tatmin olmayışı sonrası hayal kırıklıkları ve bilinçdışı bastırmalar neticesi, bastırılanın göstereni olarak “gerçekliğe ve hatta Lacan’cı gerçek’e” doğru yönelmiş semptom ortaya çıkar.
Bizim kaybettiğimiz bir şey var. O kaybettiğimiz şeyi elde etmek ve onunla tatmin olacağımızı zannetmemizle ilgilidir kaybımız. İnsanın tatmin arayışı ve gerçek anlamda mutlu olma arayışı vardır, hani cennetten kovulma metaforu gibi, biz bu dünyada adeta daha önceden sahip olduğumuz bir şeyi kaybetmişizdir (ve onu ararız). Yine Freud’un bir sözü vardır, “insan daha önceden tanımadığı bir şeyi istemez.” Önceden sahip olduğu ve tattığı şeyi ister. Bu anlamda bir “kayıp nesne” ile ilişkilendiriyor semptomları ve bulguları…
Semptom bu haliyle kişinin anlam dünyasının bir parçasıdır ve tıbbi bir nosyonun da ötesinde konumlanmıştır. Lacan semptomun zevkin bir aracı haline geldiğini, zevk her kısmından bu “tersine doyuma” sızdığını yazar. Gerçeklik, zevkin doyurulmasını buyurur ve semptom o anda iş başındadır. Gerçek haz ilkesinin aşılmasına iter ve zevki buyurur. Semptom o anda zevk sıfatıyla gerçeğin karanlık bir mesajı haline gelir ve artık yorumlanamaz. Bu semptomun “synthome” haline geldiği noktadır.
Hipokrat’ın bir sözü var, “Hekimin görevi nadiren iyileştirmek, çok kere ağrısını dindirmek, fakat her zaman için teselli etmek ve ümit vermektir.” Platon, Hipokrat’ın temel yaklaşımını şu şekilde belirtmiştir: “Bir gözü iyi etmek için kafa, hatta tüm vücut iyileştirilmelidir.” Semptomlara bütüncül bakış açısının da önemli olduğunu belirtmek istiyorum. Tam bir bilgi için, bilginin “maddesi yanında onun bir suretinin de bulunması” zorunludur. Çünkü insan bilgisinin dayandığı ve ilke diye adlandırılan temeller akıldadır. Bu ilkeler, her düşüncede bulunan ve her çeşit bilgiden önce gelen, düşüncenin kendi kanunlarıdır. Ancak bu ilkelere dayanan insan bilgisinin de şartları ve dereceleri vardır. Bediüzzaman’ın bir sözü vardır, şöyle der: “Her hastalığın bir vazifesi vardır, yapar ve gider.” Bu, psikolojik bakış açısıyla çok doğru ve anlamlı bir sözdür. Her hastalığın bir vazifesi nasıl olur? Bunda bakış açılarımızın etkisi var…
Nedensellik (kozalite): her olgunun bir sebebe dayandığını, aynı sebeplerin aynı koşullarda hep aynı sonuçları doğurduğunu öne süren ilke.
Erekbilim (teleoloji): bir ereklilik fikrine dayanan öğreti.
Hazcılık (hedonizm): hazzı yaşamın temeli veya amacı sayan ahlak sistemi. İnsan, tabiatı gereği, gerek kendi içindeki, gerekse kendi dışındaki varlığın nedenini (illet/cause) arar ve aramıştır. Bu sebep bulma ve bilme işinde de iki faktör rol oynar. Eşya ve akıl. Eşyanın kendisi bize bilgimizin maddesini, akıl da suretini verir.
Bilimde iki bakış açısı vardır, ya bir “nedensellik” yani bazı mekanizmalar (buna kozalite deniyor) arka arkaya olduğu için bu olur, bir de “gayesellik” var (ona da teleoloji deniyor.) Üzümün yaratılmasının nedeni, üzümün bizim ağzımıza gelmesi, bu gayelilik ama kozalite diyor ki “içindeki sapından dolayı üzüm var, içerideki kimyasal reaksiyondan dolayı var.” Aslında darwinizmden tutun da bilim ve dinin bütün temel çatışmalarının kökeni bu zaten: yani kozalite mi, teleoloji mi? Neden-sonuç ilişkisi mi yani sebepler mi tanrı/yaratıcı? yoksa gaye mi var? Hastalıkların, işte bu anlamda gayelilik açısından, çünkü hep kozalite nedensellik açısından bakıyoruz.
Bazen hastalarıma şunları soruyorum: “Bu hastalık olmasaydı senin hayatında ne olumsuzluklar olurdu?” diye sorduğumda inanılmaz şeyler çıkıyor. “Kayınvalidemden ayrı yaşamaya başlamazdım, bu evi alamazdık vs.” gibi o kadar çok şey anlatıyor ki. Bakın hastalık neye hizmet etti… Çünkü hastalıktan başka hiç bir yolu yoktu o sorunu çözmek için. Semptomların ve sembollerin dili ile burada sembolik bir yolla, semptomlarla kendini ortaya koydu, örneğin kişi sık sık bayılmaya başlar. Burada bazen birincil veya ikincil kazançlar da ortaya çıkar. Hasta konversiyonlar geçirmeye başlar ve (hastalıkla/hastalık semptomlarıyla) sorunları çözmeye başlar. Platon, akıl hastalığının/psikiyatrik hastalıkların Tanrı’nın bir lütfu olarak söylemiş. Eğer çözemediğimiz sorunları, psikiyatrik hastalıklar çözüyorsa o zaman bir lütuf demektir. Hastalık en önemli kontrol araçlarından biridir. Kontrolcü kişiler, dış dünyayı yönetemedikleri, dış ortamı organize edemedikleri zaman hastalık rolü yapmazlar, gerçekten hastalanırlar. Çünkü bilinçdışı artık devreye girer. Dikkat ederseniz, hastalanan kişiye hepimiz hürmet ederiz, sosyal hayatta hastalar çok önemlidir. Kontrolcü kimseler, ellerinde başka hiç bir mekanizma kalmadığı zaman hastalanmaya ve böylece dış dünyayı domine etmeye başlarlar. Aşırı kontrolcülükle, diyabet ya da hipertansiyon arasında çok ciddi bir bağlantı olduğunu da kendi kişisel gözlemlerimde görüyorum. Her ego, bu dünyada tanrı olmaya çalışıyor, Allah demiyorum dikkat ederseniz. Tanrı ne demek? Tanrı; otorite, yönetme, yönlendirme demek. Kişi, hayatta her şeyin kendi istediği gibi olmasını istiyor.
Bazıları bunu baskı ile, dominansı ile yapmaya çalışıyor, bazıları ise pasif bir yoldan bu yolda ilerlemeye çalışıyor. Herkesin mekanizması farklı. Bu dünyada en kontrolcü insanlar ve en omnipotan kişiler çocuklardır, ağlamalarıyla, acziyetleriyle bütün evreni etraflarında döndürürler, önce anneyi, sonra aile dairesini… güneş ve ay zaten dönüyordur etraflarında yani çocuk dünyanın ve varoluşun merkezindedir. Adeta o çocuk egosu gibi her ego da, dünyanın kendi etrafında dönmesini ister. Bu ego, bu tanrılaşma çabası, kendine değişik stratejiler bulur. Kadınların kendi stratejileri, erkeklerin kendi stratejileri vardır.
Bu kontrol etme/edilme bana Freud’un “haz ilkesi”nden sonra yeniden ortaya atılabilecek kadar önemli bir kavram olduğunu düşündürür. Yönetme, hükmetme, domine etme…
Eğer insan sadece hayvan olsaydı, evet haz, yani pain ve plajer “haz ve acı” bütün dürtülerimizin ve bütün herşeyin kaynağı bu olurdu. Ama eğer insan sosyal bir varlıksa ve insanın ruhsal bir yanı varsa o zaman hayvandan daha fazlası olacaktır. Haz ve acı, artık sosyal haz ve sosyal acıya dönüşecektir ve bu anlamda da sosyal hazzın en üst zirvesi de hükmetme, yönetmedir. Bunu hangi yolla yapabilirsen, gerçekleştirebilirse… bir kayınvalide ayıla bayıla yapar, kayınpeder despotlukla, sinirlilikle, öfkeyle yapar.
Kimisi de bunu sanatla, edebiyatla yapar. Hepimiz aynı şeyin peşindeyiz. Yani hırsız da, tüccar da paranın peşinde…
Bizi farklı yapan tek şey hedefimize giderken seçtiğimiz yollar. O yüzden hepimiz bu dünyada merkezde olmak istiyoruz ve dünyanın (en azından her insan bir alemse kendi dünyamızın) haşa tanrısı olmak istiyoruz ve dış dünyanın da bize göre dönmesini istiyoruz maalesef ki, bu egonun temel ihtiyaçlarından birisi. Psikiyatrik hastalıkları ve arada semptomları doğuran şey de, işte bunun engellenmeye başlanması. Bu engellendiğinde ise psikiyatrik hastalıklar ortaya çıkıveriyor…
Yazıya döken: Hilal Özdemir Bulat